Choose Your Color

ŞİA KİMDİR? NEDEN EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİ TARAFINDAN EHL-İ BİDAT OLARAK KABUL EDİLİR? / SERVET YALÇIN

Alimler Meclisi

ŞİA KİMDİR? NEDEN EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİ TARAFINDAN EHL-İ BİDAT OLARAK KABUL EDİLİR? / SERVET YALÇIN

  • 2021-01-03 22:22:45
  • Yediulya

Günümüzde bâzılarının şiayı gâyet mâsumâne bir şekilde bize sunarken onlar için “ehli Beyt ekolü” ifâdesini kullanması, şianın başka bir ambalajla pazarlanması taktiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten böyle midir? Târihî seyri içinde onları ehli kıble oldukları için tekfir etmeyen ehlisünnet ulemâsı hatâ mı etmişti? Gerçekten Şiaya haksızlık mı edilmişti? Bu soruların cevâbını, Ehli Sünnetle Şia arasındaki akidevî farkları yorum yapmadan maddeler hâlinde bilgilerinize sunuyoruz.

Şianın (İsnaaşeriyye) Ehli Sünnete Aykırı Temel Görüşleri:
a) Hz. Peygamber’in vefâtından sonra sahâbenin Hz. Ali’ye biat etmeyişi onları itikâdî bakımdan problemli hâle getirmiş, fırkanın bâzı kaynaklarında sahâbeyi mürted sayan rivâyetlere yer verilmiş (Şeyh Müfîd, el-İħtiśâś, s. 6-7; Kohlberg, s. 143-175), devlet başkanlığı görevini üstlenen ilk üç halîfenin hilâfeti gayri meşrû kabûl edilmiş, haklarında ağır suçlamalar yapılmıştır (meselâ bk. Mûsevî, s. 6-99, 148-244, 399-410).
b) İmamlar mâsum kabûl edildiği için on iki imamdan nakledilen söz, fiil ve takrirler Peygamber sözüyle eş değerde görülüp dînin Kur’ân’dan sonra ikinci kaynağı sayılmış, böylece fırkanın kendine mahsus bir hadis literatürü oluşmuş, bilhassa fıkhî görüşler bu rivâyetlere dayandırılmıştır.
c) İmâmete ve Ehl-beyt’e yönelik aşırı vurgunun Kur’ân-ı Kerîm’le temellendirilememesi onun sıhhatine yönelik kuşkuların doğmasına yol açmış, hâkim anlayış Kur’ân’da ziyâde ve noksanlık bulunmadığı yönünde olmakla birlikte kaynaklarda buna aykırı rivâyetler yer almıştır (Kafârî, II, 586-601).
d) İmamlara izâfe edilen rivâyetler çerçevesinde özel inançlar oluşmuştur. Bunlar arasında kıyâmetten önce bâzı Ehl-i beyt mensuplarıyla onlara zulmedenlerin yeniden dünyâya getirileceği (rec‘at), zâlimlerin cezâlandırılacağı sakıncalı durumlarda gerçek inancın açıklanmayıp gizlenebileceği (takıyye), Allâh’ın önceden bildirdiği hükümlerde değişiklik olabileceği (bedâ), kabirde kişiye imâmının kim olduğunun sorulacağı gibi hususlar zikredilebilir (M. Rızâ el-Muzaffer, s. 80-86).
e) İmâmet anlayışı değişik biçimlerde fıkha da yansımış, meselâ “tevellî” ve “teberrî” fürû-i dinden sayılıp ilki ile Ehl-i beyt’i sevenlerin sevilmesi, ikincisiyle onları sevmeyenlerden uzaklaşılması kastedilmiş, bir cüzü olmadığı kabûl edilmekle birlikte ezan ve kāmete “eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” ibâresi eklenmiş, namaz kılarken secdede alnın tercihen Kerbelâ toprağından yapılmış “mühür” üzerine konulması istenmiş, humusun kapsamı genişletilerek ticârî kazancın beşte birinin yarısının hayatta olduğu sürece imâma, gizlilik döneminde nâibi sıfatıyla taklit merciine verilmesi, zekât verilecek kimseler, nikâh akdinin kimlerle yapılabileceği gibi hususlarda on iki imâmın imâmetinin kabûl edilmesi önemli bir şart olarak belirlenmiştir (Kohlberg, s. 99-105).
f) Faziletleri göz önünde bulundurularak on bir imâmın doğum ve ölümleriyle on ikinci imâmın doğum günlerinde anma törenleri düzenlenmiş, imamların kabirlerini ziyâret etmenin sevâbıyla ilgili abartılı rivâyetler aktarılmış (meselâ bayram günü Hz. Hüseyin’in kabrini ziyâret edene on hac, on umre sevâbı verileceği gibi, Meclisî, XCVIII, 34), bilhassa Kerbelâ’da şehîd edilen Hz. Hüseyin’in acısını hissetmeye bağlı mâtem geleneği îcâd edilmiş, bu sâyede toplumda reaksiyoner bir duygu yoğunluğu oluşturulmuştur.
g) On ikinci imâmın gizliliği gaybet fikrinin doğmasına yol açmış, küçük gaybet döneminde gaybetin sebebi imâmın dostlarının azlığı ve düşmanlarının çokluğuna, büyük gaybetten sonra ise sâdece Allâh’ın bildiği sırlara bağlanmıştır. Bu dönemde imamlardan nakledilen rivâyetlerin anlaşılması ve bağlayıcılığıyla ilgili olarak Ahbârîlik ve Usûlîlik adıyla iki ekol ortaya çıkmış, birincisi bunların temel alınmasını savunurken ikincisi akıl ve ictihâda dayanmanın gereğini vurgulamış, ayrıca fakihlerin devlet yönetimini üstlenip üstlenemeyeceği konusunda “velâyet-i fakīh” kavramı üretilip değişik anlayışlar geliştirilmiştir.
h) İmâmetin îman esâsı şeklinde ortaya konulması bunu benimsemeyen genel müslüman çoğunluğun durumuna yönelik farklı hükümlerin gündeme gelmesine yol açmış; meselâ Şeyh Müfîd böyle kimselerin îman dâiresinde kalamayacağını (Evâǿilü’l-maķālât, s. 7) ileri sürmüştür (fırkanın kelâmî görüşleri için bk. İSNÂAŞERİYYE). Amelî bakımdan fırka bünyesinde oluşan Ca‘feriyye mezhebinde ezana Hz. Ali’nin imâmetiyle ilgili cümlenin yanısıra “hayye alâ hayri’l-amel” ibâresinin eklenmesi, öğle ile ikindi, akşamla yatsı namazlarının çoğu zaman yahut devamlı şekilde birleştirilmesi, -muamelât konularıyla ilgili olarak geçici nikâhın (müt‘a) meşru kabûl edilmesi gibi farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır.

Ehl-i sünnet âlimleri Şîa’nın temel görüşlerini Kur’ân-ı Kerîm, sahih sünnet, akıl ve târihî gerçekler açısından ele alıp tenkîde tâbi tutmuştur. Bu âlimlerin eleştirilerini şöylece özetlemek mümkündür:
1) İmâmet îmânın esaslarından değildir. Kur’ân’da inanç konularına temas eden âyetlerin hiçbirinde bu yönde kesin bir açıklama yer almadığı gibi âhirette kurtuluşa erecek kimselerin özelliklerinin zikredildiği âyetlerde de imâmete atıf yapılmamıştır.
2) İmâmet nübüvvetin devâmı da değildir; zîrâ Kur’ân’da, “Bugün dîninizi ikmâl ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım …” (el-Mâide 5/3) meâlindeki âyette Resûl-i Ekrem’le birlikte İslâmî teşrîin sona erdiği açıkça belirtilmiştir.
3) İmâmet ilâhî nas ve tâyinle olmayıp toplumun tercihine bırakılmıştır, toplum da târihte görüldüğü gibi şartlara uygun bir yol izlemiştir. Esâsen Hz. Ali’nin imâmeti hakkında nas olarak ileri sürülen âyetlerin hiçbirinde açık bir beyan bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra değişik halîfe adaylarının ortaya çıkması, ashâbın Ebû Bekir’e biat etmesi, Ali’nin kendisine biat edilmesine yönelik herhangi bir nas ortaya koymaması, ayrıca kendisinin ilk üç halîfeye biat etmesi Şîa’nın nas iddiasını geçersiz kılmaktadır.
4) İmamlar fazîlet sahibi şahsiyetler olmakla birlikte kendilerine ismet sıfatı nisbet edilemez. Onlar peygamberler gibi mâsum olsaydı meselâ ortaya çıkan ihtilâflarda Resûlullâh’ın hakem kabûl edilmesini emreden âyette (en-Nisâ 4/65) imamlardan da söz edilmesi gerekirdi. Diğer taraftan Şîa’nın bu konuda delil konumunda ileri sürdüğü tathîr (mânevî arındırma) âyetinin (el-Ahzâb 33/33) kapsamı farklı olduğu gibi tathîr kelimesi başka âyetlerde müminler için de kullanılmıştır (et-Tevbe 9/103).
5) İmâmet nazariyesi târihî gerçekler bakımından büyük boşluklar taşımaktadır. Hz. Ali, Muâviye ile anlaşıp hilâfet hakkını ona devrettiği döneme kadar Hasan ve henüz işin başında şehîd edilen Hüseyin dışında hiçbir imam fiilen yönetimde bulunmamış, dokuzuncu imam Muhammed el-Cevâd et-Takī yedi yaşında iken imam kabûl edilmiş, on ikinci imam on bir asır boyunca gaybette olduğu için fırkanın imama yüklediği fonksiyonlar ortada kalmıştır.
6) Kur’ân-ı Kerîm’in yalnız mâsum imamların rivâyetleriyle anlaşılabileceği ve Kur’ân’da eksiklik bulunduğu gibi iddialar her şeyden önce Kur’ân’ın beyanlarına uymamaktadır. Zîrâ çeşitli âyetlerde bütün insanlara hitâb edilerek kendilerinden Kur’ân’ı anlamaları istenmiş, ayrıca Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiğine ve O’nun tarafından korunacağına vurgu yapılmıştır (el-Hicr 15/9).
7) Sahâbîler bizzat Hz. Peygamber tarafından eğitilmiş örnek bir nesildir. Kur’ân’da birçok âyette hem muhacirler hem ensar övülmüştür (meselâ bk. el-Enfâl 8/72; et-Tevbe 9/100; el-Feth 48/18; el-Haşr 59/8-10). Ebû Zer el-Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Mikdâd b. Esved ve Selmân-ı Fârisî gibi birkaç sahâbî dışında kalan ashaba dil uzatılması Kur’ân’ın işaret edilen âyetlerine aykırıdır.
8) İmâmet çevresinde ortaya çıkan bedâ, takıyye ve rec‘at gibi anlayışlar tashihe muhtaçtır. Bedâ Allâh’ın ilminin ezelî ve mutlak oluşuyla çelişir. Dinde özel durumlarda ikrah (zorlama) ve ihtiyâtın yeri olmakla birlikte takıyyenin îman temeline oturtularak kabûl edilmesi İslâm ahlâkının doğruluk prensibiyle bağdaşmaz (Zehebî, s. 318-495; Teftâzânî, V, 232-320; Âlûsî, s. 138-208; Yavuz, s. 667-687).

Diğer taraftan geleneği sorgulayan çağdaş Şiî âlimlerinden Mûsâ el-Mûsevî inanç konularından ilk halîfelere ve ashâba dil uzatma, takıyye, gaybet, rec‘at; fıkıh konularından müt‘a, belli namazların sürekli biçimde cem‘i, namazda Kerbelâ toprağından yapılan mühür üzerine secde edilmesi, gaybette cuma namazının farziyyetinin düşmesi gibi hususların ilk dönem Şiîliğinde mevcut olmadığını ifâde etmektedir (eş-Şîa ve’t-taśĥîĥ, s. 9-151). On dört asırlık İslâm târihi boyunca müslümanların çoğunluğu tarafından çeşitli devletlerin kurulduğuna, fetihlerin yapıldığına, irşad faaliyetlerinin gerçekleştirildiğine ve medeniyetlerin geliştirildiğine dikkat çekilerek bunların temelini haksız hilâfet, gasp ve zulme dayandırmanın nas ve târih bakımından kabûl edilebilir olmadığı belirtilmektedir (Topaloğlu, Emâlî Şerhi, s. 82-83).

NOT: TDV İslam ansiklopedisinden özetlenmiştir.

Paylaş: