Choose Your Color

Hz. Âişe’nin (Ö: 58/677) Kur’ân-ı Kerîm Anlayışı

Akaid - Tefsir

Hz. Âişe’nin (Ö: 58/677) Kur’ân-ı Kerîm Anlayışı

Hz. Âişe’nin (Ö: 58/677) Kur’ân-ı Kerîm Anlayışı

  • 2021-11-28 23:58:25
  • Yediulya

Mü’minlerin annesi, Hz. Peygamber (sav)’in hanımı, ümmetin hanımlarının en fakīhidir. “Ümmetin hanımları arasında ondan daha bilgili bir kadın; hattâ kadınlar arasında ondan daha bilgili bir kadın yoktur.”[1] İlimde ve anlayışta farklı bir yeri olan Hz. Âişe (r.anha), Ebû Bekir’in (ra) kızıdır. Hiç çocuğu olmadığı için kız kardeşi Esma’nın (ö: 73/692) oğlu Abdullah’ın adıyla künyelenmiştir. Bu künyelenmeden sonra Ümmü Abdullah diye anılmıştır. Annesi Zeyneb’dir ve Ümmü Rûmân diye bilinir. Hz. Peygamber’e risâletin verilmesinden dört sene evvel dünyâya gelmiştir. On üç yıllık Mekke’deki risâlet hayâtından sonra Medîne’de düğünleri olmuştur. Evlilikleri gerçekleştiğinde Hz. Âişe on yedi yaşındaydı. Hz. Peygamber’den sonra 48 sene yaşayarak hicretin 58. senesinde 74 yaşında olduğu halde vefât etmiş ve adıyla künyelendiği Abdullah b. Zübeyr (ö: 73/692) tarafından mezara indirilmiştir. Büyük bir âlim olan bu hanım; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde fetvâlar vermiştir.[2]

Rasûlullah, kendisine îmân edip bağlananlardan meydana gelen ilk İslâm cemâatine her zamankinden fazla endîşeler taşımaktaydı. İslâm’ın esaslarını ve hükümlerini hanımlar arasında anlatıp açıklayacak akıllı ve heyecan dolu bir kadına ihtiyâcı vardı. Hz. Âişe, tüm bu sıfatları şahsında toplayan birisiydi. Âişe, ilme susamış bir şahsiyetti. Rasûlullah ile olan görüşmelerinde derinliğine suâller soruyor ve ele alınan meselelerin her yönüyle anlatılabilmesi için uzun münâkaşalar yapıyordu.[3] Hz. Âişe’ye bu ilmî dirâyeti ve medenî cesâreti veren Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmesiydi. Rasûlullah, haftanın bir gününü kadınlara ayırmıştı ve hanımları Hz. Hafsa ile Hz. Âişe eğitimin içindeydiler. Almış olduğu bu eğitim sâyesinde Kur’ân öğrenimine ayrı bir önem veren Hz. Âişe, günlük belirli bir bölümü / hizbi okumayı âdet haline getirmiştir.[4] Devamlı Kur’ân etüdleriyle Allâh’ın kitâbının tamâmını ezberlemek sûretiyle hāfız sahābîler arasında yerini almıştır.[5]

Çok yönlü kābiliyetlerinden dolayı Hz. Muhammed’in özel sevgisine nâil olmuştur. Onun evindeyken Rasûlullâh’a vahiy inmiş ve Hz. Peygamber, bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Âişe’den başka hanımlarımdan hiç birinin yanında / evinde vahiy inmedi.[6] Evinde vahiy inmesi ve Peygamber’e olan yakınlığı, nüzûl ortamıyla ilgili geniş bir mālûmâta sāhip olmasına sebep olmuştur. Bu bilgisi sebebiyle, âyetlerin tedrîcîliğiyle ilgili, Kur’ân’ı anlamada çok önem arzeden şu tesbîti yapmıştır: “Kur’ân-ı Kerîm’den, ilk önce içerisinde cennet ve cehennemin zikredildiği mufassal sûreler indirilmiştir. İnsanlar İslâm’ı kabûl ettikten sonra helâl ve haramla ilgili hükümler gelmiştir. Şâyet önce, içki içmeyin, zinâ etmeyin şeklinde âyetler nâzil olsaydı; insanlar ‘Ebedî olarak bırakmayız’ derlerdi.[7] Âyetlerin tedrîcîliği ve nüzûl ortamıyla ilgili derin bir bilgiye sāhip olan Hz. Âişe, Rasûlullâh’ın tüm Kur’ân’ı tefsîr etmeyerek ictihâdî alana geniş bir yer bıraktığını savunuyor ve şöyle diyordu: “Hz. Peygamber, Cebrâil’in kendisine öğrettiği sayısı belli olan âyetlerin dışında tefsîr yapmadı.[8] Bu açıklamayla O, tüm Kur’ân’ın Hz. Muhammed (sav) tarafından tefsîr edilmediğini belirtmiştir.

Bütün bu anlatılanlar Hz. Âişe’nin Kur’ân’a bakışıyla ilgili ipuçları verse de, onun Kur’ân anlayışını, daha iyi kavramak amacıyla şu başlıklar içerisinde ele almak mümkündür:

  1. Kur’ân’ı her şeyin önünde tutmak ve bütün söylenenleri Kur’ân’a arz etmek: Âişe’nin en önemli özelliği belki de budur. Bu özelliğini öne çıkararak, ilk hadis kritikçilerinden olmak sûretiyle de târihteki yerini almıştır. Onun böyle bir bakış açısı kazanmasının temelinde Kur’ân’ı “Müheymin / her şeyin denetleyicisi, gözetleyicisi” olarak görmesi vardır. Kur’ân’ı bütün söylenenlerin ve yapılanların denetleyicisi olarak görmesine dâir gösterilebilecek birçok örnek vardır. Bunlardan birisi, Abdullah b. Ömer’in rivâyet ettiği şu hadistir: “(Bir gün) Rasûlullah bir mezara uğradı ve şöyle buyurdu: ‘Şu anda bu mezardaki kişi, āilesinin kendisine ağlaması sebebiyle azap görmektedir.’ Hz. Âişe dedi ki: ‘Allah, Ebû Abdurrahman’ı bağışlasın. Allah Teālâ âyette şöyle buyuruyor: ‘Kimse bir başkasının günâhını / suçunu çekmez.’[9] (Ölen kişi Müslüman olmadığından) Hz. Peygamber şunu söyledi: ‘Bu adam şu anda azap görüyor, āilesi ise ağlamaktadır.’”[10] Abdullah b. Ömer’in rivâyetini önce âyetle uyuşmadığı için reddetmiş, sonra da hadîsin vurûd / söyleniş sebebinin doğru şeklini açıklayarak ortaya koymuştur. Bir defasında da, ona zinâdan doğan çocuğun durumuyla; üç kişinin en şerlisi olmasıyla ilgili soru sorulduğunda, Hz. Âişe aynı âyeti delil getirerek, çocuğun māsūmiyetini izah etmiştir.[11] Tüm bu örnekler gösteriyor ki, Hz. Âişe söylenenleri Kur’ân’la test ettiği gibi, Kur’ân’ı bilginin kaynağı ve başvurulacak hükümlerin mercii olarak da en önde tutmuştur.
  2. Değer üretme: Âişe, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinden ve bu âyetlerden çıkarılan hükümlerden, İslâm prensiplerine uygun değerler üretmiştir. Bu değerler zihinlerde kaldığı gibi, hayâtı anlamlandırmada da birer ilke olmuştur. Zaman zaman düşünceleri sarsarak, insanın istikāmet üzere kalmasına zemin hazırlamıştır. Şu örnek bu hususta önemlidir: “Adamın birisi gelmiş ve Hz. Âişe’ye Hz. Peygamber’in ahlâkını sormuştur. O, bu soruya şu karşılığı vermiştir: ‘Siz Kur’ân okumuyor musunuz? Rasûlullah’ın ahlâkı Kur’ân’dan ibârettir.’”[12] Bu bakış açısı ortaya konana kadar kimse, Kur’ân’ı yaşamayı bir ahlâk olarak veya ahlâklı olmanın Kur’ân merkezli bir hayat sürmekle eş değerde olduğunu söylememiştir. Hz. Âişe bu sözüyle, ahlâkın vahye uyum sağlamak olduğunu belirterek orijinal bir değer tanımı yapmıştır. Nitekim O; “(İnsanları) Allâh’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”[13] âyetiyle ilgili olarak, “Bu âyet müezzinler hakkında indi.” demiştir.[14] Müezzinliğin Allâh’a dāvet makāmı ve hem de en güzeli olduğunu söyleyerek ezânı “en güzel dāvet”, müezzinleri de “en güzel dāvetçiler” olarak vasıflandıran Hz. Âişe, bu kutsal çağırıyı âyetten delillendirerek değere dönüştürmüştür.
  3. Empatik okuma ve mānâyı kavramada ciddiyet: Medîne döneminde Hz. Peygamber’le evlenen, zekâsı ve Rasûlullâh’a yakınlığı sebebiyle vahiy ortamını en iyi bilen Âişe ideal Kur’ân okumaya vâkıftı. Çünkü Hz. Muhammed, onun doğal hastalık (âdet) günlerinde başını göğsüne kor ve Kur’ân okurdu.[15] Rasûlullâh’ın eğitiminden geçen bir eş olarak, kırâat konusunda iyi bir yer edinmişti. Bir gün kendisine bir gecede bir veya iki defa tüm Kur’ân’ı okuyan adamların varlığından söz edildi. Hz. Âişe, bu haberi verenlere şöyle dedi: “Onlar okumuşlar, fakat gerçek anlamda okumamışlar. Ben, Allah Rasûlüyle berâber ihyâ ettiğim gecelerde gördüm ki Hz. Peygamber, Bakara, Âl-i İmran ve Nisâ sûrelerini okuyordu. İçerisinde korkutucu şeyler geçen bir âyete gelince, duruyor ve Allâh’a duā edip O’na sığınıyor, O’ndan yardım istiyordu. İçerisinde müjde geçen bir âyete gelince de, yine Allâh’a duā ediyor ve o güzel şeyleri Allah’tan istiyordu.[16] Hz. Muhammed’i model alan Hz. Âişe, Kur’ân okurken bilinçli okur ve ilâhî istekler karşısında empati yapabilirdi. Bilgiyi ve şahsına āit maddî değerleri ânında paylaşması bunun kanıtıdır. Özellikle nâfile namaz kılarken, azap âyetlerine geldiğinde Allâh’a sığınırdı.[17] Bu sığınmanın temelinde kendini cehennemliklerin yerine koymak sûretiyle azâbı hissetme olduğu gibi, Kur’ân âyetlerinin mānâsına vâkıf olmak da vardır.
  4. Anlamada nüzûl ortamından ve vâkıa-vahiy ilişkisinden yararlanma: Rasûlullâh’ın eşi olması ve Kur’ân’ı anlamaya yönelik özel gayreti sebebiyle Âişe, Kur’ân’ın indiği ortamı, âyetlerin bağlamlarını iyi biliyordu. Bu bilgisi sebebiyle âyetlerin muhkemlikleri; nâsih ve mensûh oluşu ona kapalı değildi. Bu bilgi birikimini, zaman zaman insanları uyararak paylaşmıştır. Meselâ, Mâide Sûresi hakkında şöyle demiştir: “Bu sûre en son nâzil olan sûredir. Onda helâl bulduğunuzu helâl kabûl edin, haram bulduğunuzu da haram sayın.[18]

Nüzûl ortamı ve vâkıa-vahiy ilişkisini bilmekten yararlanarak çok evlilikle ilgili âyete getirmiş olduğu açıklık oldukça yerindedir. “Urve b. Zübeyr (ö: 94/712), Hz. Âişe’ye: ‘Şâyet yetîm kız(larla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adâleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O (kadın)lar arasında da adâlet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tâne alın...[19] âyetiyle ilgili soru sordu. Hz. Âişe, Urve’ye şöyle dedi: “Ey yeğenim, yetîm kız çocukları velîsinin himâyesinde olduklarında, onların mallarına da ortak oluyorlardı; bu kızların malları ve güzellikleri hoşlarına gidince de başka kadınlara verdikleri mehri vermeksizin karşılıksız olarak onlarla evlenmek istiyorlardı. Bu âyetle, mehirsiz olarak yetîm kızlarla evlenmekten men edildikleri gibi, mihir verince de sünnet olan mehrin en yükseğini vermeleri istendi. Eğer bunu yapmazlarsa yetîm kızların (hakkını yememek için); onların dışındaki kadınlardan beğendikleriyle evlenmeleri emredildi.[20] Hz. Âişe’nin beyânından öğrendiğimize göre, âyetteki öncelikli istek; yetîmlerin hakkını yemekten kaçınmak ve adâletli olmaktır. Kul hakkı konusunda duyarlı olmayı âyetin merkezinden uzaklaştırırsak, âyet yeterince anlaşılmamış olur.

  1. Âyetlerle hayat arasında bağ kurma; ictihâdî yaklaşım: Âişe, âyetlerden kendisine kapalı gelen sözcükleri[21] ve kavrayamadığı hususları Hz. Peygamber’e sorarak[22] zihinsel açılımını ve bilgisini sürekli geliştirmiştir. Tüm İslâmî ilimlere gayreti sâyesinde vâkıf olan Hz. Âişe, Mesruk’un (ö: 63/682) rivâyetine göre; sahābenin âlimlerinin bile kendisinden ferâiz meselelerini sorduğu bir otorite olmuştur.[23] Onun ictihâdî derinliğine işâret etmesi bakımından Urve b. Zübeyr’in şu tesbîti yeterlidir: “Hz. Âişe kadar; Kur’ân’a vâkıf olan, ferâizi bilen, helâl ve harâmı tanıyan, fıkıhta uzman, şiirde, tıpta, târih ve nesep ilminde kuvvetli bilgisi olan bir kimse görmedim.[24]

Bilgi bakımından önemli bir konuma sāhip olduğu gibi dilde de önemli bir yeri vardı. Yeğeni olan Urve b. Zübeyr, bir karşılaşmalarında Hz. Âişe’ye: “Hac esnâsında Safa ve Merve arasında sa’y yapmamanın / koşmamanın bir sakıncası yoktur.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Âişe, önce âyeti okumuş: “Safa ile Merve Allâh’ın nişanlarındandır. Kim Kâbe’yi hacceder ya da umre yaparsa onları tavâf etmesinde kendisine bir günah yoktur.”[25] Akabinde yeğenine meseleyi şöyle izah etmiştir: “Eğer mesele senin söylediğin gibi olsaydı âyet: ‘Onların tavâf etmemelerinde bir sakınca yoktur’ şeklinde nâzil olurdu.[26] “(أَنْ يَطَّوَّفَ ) değil de (أَنْ لاَ يَطَّوَّفَ ) biçiminde olması gerekirdi” demiş ve Urve’yi kanâatinden vazgeçirmiştir. Bütün bu konularda çözüm üretmesi ve meseleleri Kur’ân merkezli olarak açıklığa kavuşturması onun ictihâdî kābiliyetiyle alâkalıdır. Hz. Peygamber’in onunla evlenmesinin en büyük sebebi, onun ilmî kābiliyetinden, Kur’ân bilgisinden ümmetin kadınlarının faydalanmasını temin etmek idi. O, Hz. Peygamber döneminden sonra da, ümmetin âlimlerine bile İslâm’ı anlamada kaynak olmak sûretiyle bu görevini, seçilmişliğini hakkıyla isbât etmiştir.

[1] Havva, el-Esas fi’s-Sünne, IV, 251-2

[2] Şiblî, Asr-ı Saâdet, II, 142.

[3] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 678.

[4] İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 384.

[5] Zerkanî, el-Menâhil, I, 242.

[6] Zerkeşî, Hz. Âişe’nin Eleştirileri, s. 185.

[7] Abdurrezzak, Musannef, Fedâil, III, 352.

[8] Taberî, Câmiu’l-Beyan, I, 62; Emin, Duha’l-İslâm, II, 138.

[9] 17/İsrâ 15.

[10] Ahmed, II, 31; Zerkeşî, Hz. Âişe’nin Sahābeye Yönelttiği Eleştiriler, s. 75.

[11] İbni Ebî Şeybe, Musannef, Salâtu’t-Tatavvu, II, 12; Serahsî, Usul, I, 340.

[12] Abdurrezzak, Musannef, salât, III, 40; İbn Mâce, 13, Ahkâm 14, no: 2333, II. 782; Ahmed, VI, 91.

[13] 41/Fussilet 33.

[14] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Ezân, I, 255.

[15] Ahmed, VI, 204.

[16] Ahmed, VI, 92.

[17] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Salâtu’t-Tatavvu, II, 115.

[18] Ahmed, VI, 188.

[19] 4/Nisâ 3.

[20] Nesâî, 26, Nikâh 66, II. 115-6.

[21] Taberî, Câmiu’l-Beyan, IX, 192; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, VI, 265.

[22] Ahmed, VI, 217.

[23] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 242; İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakki’în, I, 14.

[24] İbni Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakki’în, I, 18; Şiblî, Asr-ı Saâdet, III, 368.

[25] 2/Bakara 158.

[26] Ahmed, VI, 144; Tirmizî, 48, Tefsîr 3, no: 2965, V. 209; İbn Mâce, 25, Menasik 43, no: 2986, I. 994; İbn Arabî, Ahkamu’l-Kur’ân, I, 70.

Paylaş: