Choose Your Color

Yerli Olmakla Sanal Bir Ülkede Yaşamak Arasında Tercih

Akaid - Tefsir

Yerli Olmakla Sanal Bir Ülkede Yaşamak Arasında Tercih

Yerli Olmakla Sanal Bir Ülkede Yaşamak Arasında Tercih

  • 2021-07-12 14:11:54
  • Yediulya

İslâm, geldiği andan îtibâren insanların sorunlarına çözümler sunmuştur. İslâm, Mekke’de Mekkî çözüm, Medîne’de de Medenî çözümdür. İtikādî alan başta olmak üzere insanların hayatlarının genişlik alanlarındaki bütün problemlere müdâhale edip onları çözüme kavuşturan dînimiz, kıyâmete kadar zuhûr edebilecek olayların çözümü için ya birebir, ya da genel ilkeler koyarak çözüm yolunu göstermiştir. Kimsenin nazarında ütopik bir görüntü vermemiştir; çünkü din hayâtın kendisidir. İslâm’ın çözümcül ve müdâhil yanı onun kısa zamanda başarıyı elde etmesinin de sırlarından sâdece birisidir. Kur’ân’ın bu yönünü hayâtında tecessüm ettiren Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de etrâfındaki îtikādî, ahlâkī, siyâsî, sosyal, hukūkī, iktisâdî ve diğer sorunları Allah Teâlâ’nın kendisine öğrettiği şekilde çözüme kavuşturmuştur. Hattâ gayrimüslim vatandaşlar bile sorunlarını Allah Rasûlüne arz etmişlerdir.1

İslâm’ın ve dâvetçinin çözümcül yönlerini dile getirmemize rağmen bugün bu konularda yeterli olduğumuz ve insanların sorunlarıyla yeterince ilgilendiğimiz ve çözümler ürettiğimiz söylenemez. Veya Müslümanların sorunlarına çözüm üreten İslâmî kurumların varlığından da söz edilemez. Bu eksiklikten dolayı hayâtın anlamlandırılmasında Müslüman gençler ideolojilerin kucağına itildiler ve toplu irtidatlar meydana geldi. Müslümanların bu hâle gelmelerinin; kendi meselelerine bile yabancı kalıp çözümler üretemeyişlerinin ve netîcede bir hareket fıkhı meydana getiremeyişlerinin sebepleri şunlardır: 

a-Müslümanların, ictihad kapısının kapandığını ifâde eden önermeyi yanlış anlamaları ve bu yanlış algıyı evrenselleştirmeleri. Geçmiş dönemlerin ictihadlarını mutlaklaştırmaları ve tekrar ictihâda başvurmanın dînin özüne müdâhale olarak algılanması; bu yanlış algıyı hâlâ düzeltememek. Mezheplerin füruata dâir görüşlerini dinleştirme.2Biz bu düşüncemizle mezhep imamlarına karşı bir duruş sergilemiyoruz. Zâten haddimiz de değil. Hattâ onların varlığını Allah Teâlâ’nın bu ümmete bir lütfu olarak görüyoruz. Mezhep imamlarımız nasıl ki çağlarının sorunlarını çözmüşler ise liyâkatli zevâtın da belirli bir usûl dâhilinde birey veya kolektif olarak sorunlarımıza çözüm aramalarının önü tıkanmamalıdır. Hayâtın Kur’ân ve sünnet merkezli yorumu yapılmalıdır. Sorunlara vahiy odaklı çözümler aramamak, dîni hayattan bir şekilde kovmaktır. Savunduğumuz görüş budur.

b-İslâm toplumlarının genelinde mektebî anlamda bir İslâmî hareketin olmayışı, hayâta dinle anlam verilmesine ve bu bağlamda meselelerin İslâm’a göre çözüme kavuşturulmasına engel olmuştur. Özellikle ülkemizde, kendi içyapısında bile fetvâlı ve ilmî hareketlerin doğmayışı sorunları tesbitte ve çözüm üretmede Müslümanları atâlete sevk etmiştir. Var olan sözüm ona hareketler çözümü İslâm’da arayarak bünyesinde âlim bulundurmak yerine âlimlerden uzak kalmayı tercîh etmiş ve buna bağlı seküler bir yapıya kavuşmuşlardır. Kendine Müslümanlardan aldıkları destekle varlık alanı bulan tüm tüzel kişilikler kendilerini muhasebe etmelidirler. Hareketlerin içindeki Rabbânî ulemânın varlığı ve çokluğu, karar mekanizmasındaki etkinlikleri, sorunları Kitap ve Sünnete göre çözebilme yetkinlikleri bu kurumların İslâmî olup olmamalarıyla doğru orantılıdır.

c-Müslümanların yaşadığı ülkelerdeki laik-seküler hukuk sistemi böyle bir çalışmaya fırsat vermemiş ve Müslümanları engellemiştir. Baskıcı ve jakoben anlayış İslâm toplumunu sindirmiş, İslâmî arayış ve çözümleri suç telakkī etmiştir. Bu durumdan yılan ve korkan önderler, teknik anlamda bile Müslümanların sorunlarının tesbîtine ve sorunlarla ilgili özgün çalışmalar yapmaya yaklaşmamışlardır. Bu durum hareketlerin özünü de etkilemiş ve ortaya daha seküler yapılar çıkmıştır. Müslüman araştırmacıların bu konularda fikir îmâl etmelerini bile devlet içinde devletleşme olarak telakkī eden baskıcı elit, Müslümanları hayattan kovarak dîni vicdanlara mahkûm etmiştir.

d-Farklı İslâm toplumlarındaki hareketleri örnek alan ve yerelleşemeyen yeni yapılanmalar, olaylara dinden çözüm bulmayı gündemlerine taşıyamayıp kısır çekişmeleri tercîh etmişlerdir. İslâm’ın kendi ülkelerinde varlık alanı bulmasına direkt katkı sağlayamayanlar başka ülkelerdeki hareketleri kendi ülkelerine taşıma gayretine girince, diğer Müslümanlarla polemik daha da yoğunlaşmıştır. Yaşadıkları düşünce polemiğine strarejik polemikleri de katınca iş daha da içinden çıkılmaz hâle gelmiştir. Halkı Müslüman ülkelerin çoğunda fikir savaşları fiilî mücâdeleye dönüştürülmüştür. Bu durumu fırsat bilen resmî ideolojinin yetkili elemanları, Müslümanlar arasındaki tartışmaları derinleştirmişlerdir. Hattâ birçok yerde Müslümanları birbirlerine kırdırmayı başarmışlardır. Onların aralarındaki kavgalardan faydalanarak iktidarlarının ömürlerini uzatmanın hesaplarını yapmışlardır. Müslümanlar üzerinde oynanan bu oyun kesintisiz devâm etmektedir.

e-Halkı Müslüman toplumlarda İslâm’a ve onu öğrenmeye karşı büyük bir kredi açılmıştır. Durum böyleyken mektepli veya sivil bāzı ilâhiyatçılar halkı alâkadar etmeyen gündem dışı konuları tartışmaya açarak ümmetin din anlayışını ve hassâsiyetini sarsmışlardır. “Hangisi haklı bunların?” bocalamasıyla Müslümanların inanç alanlarında, kaynaklarında, kadîm dönem ulemâsı hakkında, mezheplerin faydaları husûsunda şüpheler uyandırmışlar ve bu yaklaşım dînî uyanışı olumsuz etkilemiştir. Bu etkileyişin, mektebî bir hareketin doğuşuna da negatif yönde tesiri olmuştur. Bu bağlamda şu husûsu da belirtmek gerekir: Birçok ilâhiyatçı araştırmacı, İslâm’ı sâdece ahlâkī kāide ve kurallar manzûmesi olarak görmektedirler. Dînin siyâsî, iktisâdî, hukūkī ve eğitime âit görüşlerini kabûl etmemektedirler. Verili duruma teslîm olup ahlâklı (!) yaşamayı gerçek din olarak sunmaktadırlar. Onlara göre İslâm, hiçbir şeyin alternatifi değildir. Bu yaklaşım Müslümanların fikrî ve siyâsî gelişimini olumsuz etkileyen en önemli sebeplerden biridir.  

f-Müslüman toplumlardaki İslâmî yapılanmaların önderlik kadroları daha çok aydınlardan ve teknik elemanlardan oluşmuştur. Bu kimseler, ya bilgisizliklerinden çözüm bekleyen konuları gündeme almamışlardır; ya da bu konular ehliyetli insanlar tarafından çözülecek olursa kendileri önderlik makamlarından düşerler endîşesiyle hasetliklerinden dolayı sorunların çözülmesini istememişlerdir. İslâm dünyâsında çözüm odaklı çalışan hareketler, bu sözde önderler tarafından komik hâle getirilmiştir. Netîcede Müslümanlar hayâtın öznesi olamamışlar ve kâfirlerin gündemiyle sürekli oyalanmışlardır. Bugün bile en çok konuşulan siyâsî konular olmasına rağmen, Müslümanların alternatif siyâsetle ilgili hiçbir uygulanabilir projelerinin olmayışı üzüntü duyulması gereken bir durumdur. Müslümanlar kendi sistemlerini deklare etmek yerine dünyâ sistemi içerisinde nasıl varlık alanları bulabiliriz tartışmasıyla ömür tüketmeyi tercîh etmişlerdir. İktidâr olma durumları engellendikçe resmî ideolojiye daha çok adapte olup özgünlüklerini kaybetmişlerdir.

Unutulmamalı ki eğer siyâsette çözüm sahası boş kalacak olursa, modern yaklaşımlar boşlukları doldurur ve Müslümanlar kolayca dünyâ sisteminin bir parçası olurlar. (Zâten oldular da.) İslâmî çözüm de ebediyyen gündeme gelmez. Bu anlamda dünyâ sisteminin, Müslümanları entegre çalışması başarılı olmuştur. Yaşadığımız ortam ve İslâmî çözüm arayışlarının gündemde bile olmayışı bu durumun gerçekleştiğinin en büyük göstergesidir. Müslüman kimlik kaybedilmiş ve yaşanan hayatla Müslümanlar dünyâ finans sisteminin aktif bir parçası olmuştur. Daha açık ifâde ile kapitalizm ve onun netîcesi konformizm, Müslümanları esîr almıştır.

g-Müslüman gençlerin okuyup da doğru anlamadıkları bāzı dâvet önderleri de -en azından bizim ülkemizde- çözümsüzlüğe ve ütopik siyâsete zemin hazırlamıştır. Burada hatâlı olan dâvet önderleri değil; anlama sorunu olan ve İslâmî ilimlerin usûlünü kavrayamayan kimselerdir. Bu konuyu biraz daha açabiliriz. Şehid Seyyid Kutup, Müslümanlığının ciddiyetini fark eden birçok Müslümanın düşünce dünyâsına olumlu katkılarda bulunmuştur. Nîmetin şükrünü edâ kabîlinden îtirâf etmeliyiz ki onun sâyesinde; eserleriyle, konuşmalarıyla, çalışmalarıyla, kıyâmıyla, duruşuyla ve şehâdetiyle milyonlarca kişi ölüm uykusundan uyanmıştır. Müslüman olmanın izzetini farketmişlerdir. İslâm’ın bir dünyâ görüşünün olduğunu ve bütün sistemlerden ayrı bir sisteminin varlığını insanlar Şehid’den öğrenmiştir. Yoldaki İşaretler, İslâm’ın Dünya Görüşü, İslâm’da Sosyal Adalet, İslâm Kapitalizm Çatışması ve özellikle de tefsîri Fî Zilâli’l-Kur’ân Müslümanların uyanışında çok etkili olmuştur. Hayâta tevhîdî zâviyeden bakmayı vasiyet eden Kutup, batılılaşmanın üzerine oturduğu ideolojilerin tamâmının kâfirlik oluşuna Müslüman gençlerin dikkatini çekmiştir. Gençleri ideolojilerin batağından uzak durmaya çağırmıştır. Hayâtı boyunca azîmet fıkhıyla amel etmeyi ilke edinmiş ve yanlış anlaşılmasına rağmen eserlerinde de bu duruşun örneklerini vermiştir. Özellikle cihâd ve çalışma fıkhı hususlarında aslâ ruhsatı kabûl etmemiştir. Azîmet fıkhıyla amel etmenin ne anlama geldiğini bilmeyen kötü niyetli kimseler ve dünyâ küfür sisteminin Müslüman görünümlü münâfıkları Seyyid Kutup hakkında her türlü iftirâya başvurdular ki Müslüman gençler onu ve eserlerini tanımasınlar. Yazdıklarını okumasınlar. Onu zaman zaman “mezhepsiz, Vahhâbî, Abduhçu” vb. toplumu irrite edecek adlarla yaftalayarak Müslüman gençleri ondan soğutma yollarını aramışlardır. Ülkemizde sâdece Seyyid Kutup ve eserleri üzerinde fitne tohumları saçan grupların ve yayınların olduğu bilinen bir gerçektir. Hattâ bu fitne, seksenli yıllarda eserlerinin öğrenci yurtlarında yakılmasına kadar varmıştır.

Seyyid Kutup, Yûsuf Sûresi’nin girişinde,3 Hz. Yûsuf’un Mısır’a yönetici oluşunun başlangıç yıllarından hareketle, Müslümanların “câhilî toplumların sorunlarını çözme” çabaları arasında ilgiler kurmuştur. Vardığı sonuca göre; İslâm toplumu ile câhiliye toplumu taban tabana zıttır. İki karşıt toplumun sorunları da birbirinden farklıdır. Câhiliye toplumunun sorunlarını üreten, câhiliyenin kendisidir. Bu münâsebetle câhiliyenin sorunlarına İslâm’dan çözüm aramak boşlukta İslâm fıkhını uygulamaktır. İslâm fıkhı kesinlikle boşlukta uygulanamaz. İslâm fıkhı ancak kendi “Medînesinde (devletinde)” uygulanabilir. Burada Şehid, “Önce Medîneni kur, sonra çözüm ara.” teklîfinde bulunmuş ve Müslümanları kendi hareketlerini oluşturmaya çağırmıştır. Bu önemli ve yerinde sözü, Müslümanlara iktidar olma bilinci kazandırma bağlamında değerlendirirsek hiçbir itiraz yapmamız söz konusu olamaz. Çünkü İslâm iktidar olmak için gelmiştir;4 mahkûmiyete ve edilgenliğe aslâ râzı olmaz. Bu bilincin olmadığı ve Müslümanların edilgen sayıldığı coğrafyalar için yukarıdaki önerme altından da kıymetlidir. Fakat, Kur’ân’ın nüzûl dönemindeki ahkâm sıralamasını ve âyetlerin konularını bilemeyenler iktidar olmaya kilitlenirlerken, diğer alanları ve bunlara bağlı liyâkatlerini kaybettiler. Netîcede ise ne Müslümanlar iktidar olabildiler, ne de bölgelerinde İslâmî bir hareket doğdu. Amacımız bu sözü eleştirmek ve Şehid’e yersiz sözler sarf etmek aslâ değildir. Çünkü biz onun kıymetini en iyi bilenlerdeniz. Esas gâyemiz; bu sözün mutlaklaştırılması sonunda Müslümanların coğrafyalarına yabancılaştırılmalarının, sorunları çözmede bir önderlik kadrosunun doğmayışının sebeplerinin iyi anlaşılmasını sağlamaya katkıda bulunmaktır. Ayrıca Şehidin yaşadıklarını yaşamadan onun adına öykünmeci düşünce üretmenin sakıncalarını ortaya koymaktır.

“Önce Medîneni kur, sonra çözüm ara.” sözü o kadar mutlaklaştırıldı ki Müslümanlar sâdece iktidar olmaya kilitlendiler. Hz. Peygamber (s.a.v.), İslâm’ı hayâta hâkim kılabilmek için insanları önce tevhîdî bir eğitimden geçirdi. Onları ma’rifetullah konusunda derinleştirdi. Müslümanlar bu süreçte yakînî bir îmânı elde edip hayatlarının tüm alanlarına vahyi hâkim kıldılar. En küçük eylemlerinden en büyüğüne kadar Allah Teâlâ’nın emirlerini ve yasaklarını yaşamlarının merkezinde tuttular. Hayâta sâdece Yüce Allah’la baktılar; O’nun onay vermediği hiçbir şeye rağbet etmediler. Tevhîdin rengine (sıbgatullah) boyandılar. Kur’ân’ın sahte tanrılar diye ifâde ettiği; monarkları, firavunları, şeytanları, şeytanlaşmış kişi ve kurumları, oligarşiyi, bürokrasiyi, alt egoyu/nefsi, hevâyı, tâğutları, bilgiyi küfrün emrinde kullanan Belam’ları ve inananları finans kurumlarının bir parçası yapmak isteyen kārunları hayatlarından çıkardılar. Ecel ve rızık konusunda özel bir eğitimden geçtiler. Yaratmada yalnızca Allah Teâlâ’yı kabûl ettikleri gibi, emir alanında da sâdece O’nu kabûl ettiler. Hayatlarına Allah’tan (c.c.) başka bir varlığın hükmetmesine aslâ rızâ göstermediler. Hayâtın belirleyicisi olarak Allah’tan başka varlıkları kabûl etmenin çok ilahlılık; politeizm ve şirk olduğuna inandılar.

Müslümanlar vahyin nüzûl döneminde, tevhîdî eğitim süreci ile ahlâkī eğitim sürecini eş zamanlı yaşadılar. Bu dönemde gelen En’âm, İsrâ, Furkān, Meâric ve Mü’minûn sûrelerinde ahlâkī vurgular yoğunlaşırken diğer Mekkî sûrelerde de îman ve ahlâk temaları yeterince ele alınmıştır. Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilemeyen bir topluma önce Allah (c.c.) öğretilmiş, sonra da ahlâken kemâli bulmaları için gayret sarf edilmiştir. Îman ve ahlâk eğitimini zirvede tamamlayıp ibâdetlerle rûhî iletişimlerini dâimîleştiren mü’minler, günahlara karşı duyarlı hâle getirilmişlerdir. Allah Teâlâ’nın ve insanların hukūkuna riâyeti ilke edinen tevhîd ehli Müslümanların kazandıkları bu rûhî olgunluk ve liyâkat hâli, onları iktidâra taşımıştır. Kısacası iktidar; tevhîdin rengine boyanmanın, üstün ahlâkī vasıflarla donanmanın ve ibâdetleri ihsan hâlinde yapmanın meyvesidir. Zihinsel anlamda saflaşmayanlara, îmanda taklitten çıkamayanlara, îmânın bölünmezliğini kavrayamayanlara, şirk içinde bocalayıp da durumunun vahâmetini anlamayanlara, hayâtının en basit eylemlerini bile vahye göre anlamlandıramayanlara, Muhammedî ahlâkla bezenmeyenlere, değil haramlardan kaçınmak mekruhları bile gözlerinde büyütüp sakınmayanlara, sabah namazlarını ciddîye almayıp kaçıranlara ve tövbe etmeyip isyânı alışkanlık hâline getirenlere, yeryüzündeki mazlumlara kulak tıkayıp zâlimlere karşı nebevî bir duruş sergilemeyenlere, ümmetin derdiyle dertlenmeyenlere, sorunlarına çözüm aramayanlara, kâfir velâyetine râzı olanlara, kâfirler gibi yaşayıp Müslüman gibi konuşanlara, neslinin îtikādîgeleceğini düşünmeyenlere, çocuklarının zihinlerini yaşadıkları ülkenin resmî ideolojisine teslîm edenlere, Dırar mescidi ile Mescid-i Nebî’yi tefrîk edemeyenlere, zâlimlerle bilerek yol arkadaşlığı yapanlara, münâfıkları baş tâcı edenlere, para kazanmayı tek amaç edinenlere, yediklerine ve içtiklerine dikkat etmeyenlere Allah (c.c.) iktidar nasîb etmez. Etse bile iktidarları dâimî olmaz.

Seyyid Kutup, “Önce Medîneni kur…” derken, Medîneye giden yolların da açılmasını berâberinde söylemiştir. Tefsîri dâhil, eserlerinin tamâmını okursak görürüz ki Şehid, her çalışmasında îtikādî ve ahlâkī derinleşmeyi tavsiye etmiştir. Onun yolundan giden İhvânı, bulundukları coğrafyada çözüm makamları oluşturmuşlardır. Zîrâ hareket ulemâ eksenlidir. Müslümanlar farazî meselelere çok dalarlar ve hedeflerinden saparlar; yapay gündemler oluştururlar da güçlerini kaybederler endîşesiyle, kâfirlerin belirlediği gündemlere teslîm olmamaları için dâvâ arkadaşlarına bu sözü söylemiştir. O’nun bu sözünü bağlamından kopararak; îmansız, eğitimsiz, plansız, kadrosuz, âlimsiz, çözümsüz, ahlâksız, ibâdetsiz bir iktidar özlemi için kullanmak beyhûdedir. Seyyid Kutub’un; “Önce Medîneni kur, sonra çözüm ara.” sözü, Kur’ân’daki, velâyetle ilgili 200’den fazla âyetin özüdür. Müslümanlar bu sözle, kâfir velâyetine teslîm olmamaya dâvet edilmişlerdir.  Eğer bu kıymetli söz, fıkıhsız bir şekilde ehliyetsiz insanların dillerine pelesenk ettirilecek olursa:

  1. Müslümanlar yaşadıkları ülkelerin sorunlarıyla ilgilenmezler ve ülkelerine yabancılaşırlar. Ülkelerinin sâhibi olduklarını unuturlar ve kendilerini kirâcı gibi görürler. Sanal bir ülkede yaşamayı alışkanlık hâline getirirler. Müslümanların sorunlarına tepeden bakarlar. Bu ruh hâli daha sonra farkında bile olmaksızın Müslümanları dünyâ sisteminin bir parçası konumuna getirir.
  2. Ülkelerinin sorunlarını görmeyen ve onlara sâhip çıkmayan Müslüman gençler ve dâvâ adamları kendilerini fikren geliştiremezler. Rûhen olgunlaşamazlar ve her zaman güven bunâlimında olurlar. Dînin alanını; genişlik boyutunu bilmeden daraltırlar.
  3. Müslümanların sorunlarına İslâmî çözüm üretmeyen hareketlerin önderlik makāmında tevhîd ehli âlimler olmaz. Ümmetin önderlik konumunda âlimler olması gerekirken, âlim olmayanlar Müslümanları yönetir ve sonuçta dâvâda sapmalar meydana gelir. İslâm dünyâsında bunun örnekleri çoktur.
  4. İslâm dâvâsına gönül verip bir hareket inşâ etmek isteyenler, kendi içinden âlimler çıkaramazsa, bunun sonucunda insanlar câhil kimseleri önderlik makāmına çıkarırlar. Câhil kimselerin egemen olduğu hiçbir hareket, istikāmet üzere başarılı bir sonuca varamamıştır. Bu tehlikelerden Müslümanları koruyabilmek için Rabbânî ulemâyı yetiştirecek kurumları vakit geçirmeden oluşturmak şarttır.
  5. Zamânın ilerlemesiyle sorunları çoğalan ve bu sorunlara çözüm bulamayan kimseler, İslâm dâvâsını ütopik görmeye başlarlar. İnandırıcılığını kaybeden Müslümanlar ve hareketleri sebebiyle ideolojik tercîhler dönemi başlar ve bunun sonucunda birçok insan irtidat hâdisesi yaşayabilir. Müslümanların sorunlarına İslâmî çözümler üretemeyenler gençlerin ideolojik tercîhlere bağlı sapkınlıklarından birinci derecede sorumludurlar.
  6. Kendi ülkesine ve sorunlarına yabancılaşan Müslümanlar, zihinlerinde sanal ülkeler üretmeye başlarlar. Bu kötü başlangıç mü’minleri hayâlî bir dünyâda yaşayan sosyalistlere benzetir. Bu benzeyiş onların inandırıcılıklarının kaybolmasına ve halkın nazarında meşrûiyetlerinin yok olmasına sebep olur ki bunun sonunda dâvâ marjinalleşir; insanlardan kopar ve varlık alanını yitirir.
  7. Daha sonraki dönemlerde Müslümanlar ülkeleri için ciddî tekliflerde bulunacak olsalar, bu sefer birileri Müslümanların geçmişteki söylemlerine bakarak onları “takiye” yapmakla suçlayabilirler.5 Bu durum tekrar kendilerine sağlam bir zemin bulmak isteyen Müslümanların vakit kaybetmesine sebep olur. Kendilerini anlatmakta ve toplumu inandırmakta zorlanırlar. Hâlbuki İslâmî harekette vakit çok önemlidir. Yaşadığımız yerlerin bir defa bile İslâm beldesi kimliğini kazanması, Müslümanların ayak bastıkları yerlere sâhip çıkmalarının, oraları yurt edinmelerinin ve gâvura teslîm etmemelerinin en önemli gerekçesidir. Dolayısıyla bu beldelerin her türlü sorununa ilgi duymak ve çözüm üretmek zorundayız.
  8. Hayâtın pratiği ile ilgili hiçbir çözüm üretemeyen ütopik söylemin sâhipleri, biraz yaşlanınca ancak sağ bir partiden milletvekili olurlar ve geçmişlerine hayıflanırlar. Müslüman gençleri ayartmaya ve sisteme kulluğa çağırırlar. Ülkemizin birçok kerli ferli yazarı, düşünce adamı, kanâat önderi gençlerimizi radikal(!) ve çözüm içermeyen düşünceleriyle vatanına yabancılaştırmıştır. Daha sonraları kapital elde edip yaşlanan bu adamlar ya sağ partilerden milletvekili olmuş veya çöplüklerinden yemlendikleri ağalarına kulluğa başlamışlardır. Küfür olarak bilinen resmî ideolojiye sâdık birer mü’min olma yolunda işlerini yoluna koymaya devâm etmektedirler.

Yapmış olduğumuz açıklamalar gösteriyor ki İslâm dâvâsı çok ciddî bir çalışma ister. Bu çalışmalar; tevhîdî, kadrolu, fıkıhlı, planlı, adâletli, istişâreli, ahlâklı, kuşatıcı, takvâlı, ilkeli, dâimî ve çözüm odaklı olmalıdır. Ayrıca içerde mü’minlerin bilgi ve îman seviyesini en yükseklerde tutacak bir ilim heyeti bulunmalı ve Müslümanları sürekli tecdîd etmelidir. Düşünce sapmasına karşı onları uyarmalıdır. Hareketin ideolojiye dönüşmemesi için gece gündüz gayret sarf etmelidir. Yüce Allah, dîni anlamada ve derinleşmede mesâfe alanları şu âyette, toplumun din anlayışına katkıda bulunmaları için göreve çağırmıştır: “وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟” “(Genel seferberlik ilân edilmedikçe) Müslümanların hepsinin birden savaş için sefere çıkmaları uygun olmaz. (Çünkü İslâm toplumunun, savaş dışında toplumsal, ekonomik ve siyâsal hayâtının yükünü çeken eğitimci, tebliğci, yönetici, esnaf ve sanatkârlara da ihtiyâcı vardır. O hâlde, bir işbölümüne gidilmesi kaçınılmazdır. Bunun için) her bölge halkından (bir kısmı savaşa giderken, geride kalan diğer) bir grubun, savaşa çıkan arkadaşları dönüp geldiğinde onları uyarıp aydınlatmak ve böylece (ilâhî direktiflere karşı) daha dikkatli ve duyarlı olmalarını sağlamak amacıyla, dînî konularda derinlemesine bilgi sâhibi olmak için bir araya gelip ilim tahsîl etmeleri gerekmez mi? ”6 Bu çalışmalarla Müslümanlar tevhîd, ahlâk ve ibâdet eğitimlerini ikmâl ederek yeryüzünde adâleti hâkim kılmaya aday liyâkatli bir ümmet olabilirler. Hayâtın devâmı içerisinde aralarında îtikādî, siyâsî, hukūkī, sosyal, ahlâkī, iktisâdî ve kültürel sorunlar çıkabilir. Stratejik problemler yaşayabilirler. Bütün bu sorunları gerek yerel gerekse evrensel çapta çözebilecek âlim dâvetçilere ve hareket önderlerine ihtiyaç vardır. Onlara dâvânın meselelerinin götürülmesini ve ortak çözümler üretilmesini Yüce Allah şu âyette emretmiştir: “وَإِذَا جَاءهُمْ أَمْرٌ مِّنَ الأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُواْ بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلاَّ قَلِيلاً” “Onlara, (İslâm toplumunun) güvenliğini ilgilendiren veya (mü’minler arasında ümitsizlik ve) paniğe yol açabilecek (bir söylenti ya da önemli) bir haber ulaşınca, (olayın içyüzünü araştırmadan ve sebep olabileceği toplumsal zararları hiç düşünmeden, hemen) onu (sağa sola) yayarlar.
Hâlbuki (bu haberi duyar duymaz) onu Peygambere ve aralarındaki yetki sâhibi kimselere iletmiş olsalardı, o yetkililer arasından bu tür haberlerden doğru hüküm çıkarma becerisine sâhip olanlar, onu (titizlikle araştırıp haberin aslını ortaya çıkaracak ve buna karşı neler yapılması gerektiğini) bileceklerdi. Bakın, eğer Allâh’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız hâriç, şeytânın (ve o münâfıkların) peşine takılıp gitmiştiniz!”7

Üzülerek ifâde edelim ki istinbat ehli ulemânın olmayışı, Müslümanları yapay gündemlerle uğraşmaya ittiği gibi, hareketin nereden, nasıl ve kiminle başlayacağı sorularını da cevapsız bırakmıştır. Bu üç sorunun doğru cevâbı o ülkedeki Müslümanların tuttukları yolun doğruluğunu belirler. Bu bâdirelerden selâmetle çıkmak istiyorsak Kur’ân ve sünnete kulak verip, İslâm dâvetçilerinin sorunları çözebilecek kābiliyette olmalarına en azından bundan sonra özen göstermeliyiz. Muaz b. Cebel’in (r.a.) Yemen’e giderkenki anlayışını zihnimizde canlı tutup Müslümanların sorunlarını Kur’ân ve sünnet eksenli çözmeliyiz. Sorunları ertelememeliyiz. Eğer çözüm sunmakta ağır kalacak olursak, boşluk kabûl etmeyen hayat, sorunlarımızı bir başkasına havâle ederek İslâm dışı kurumları Müslümanların hayatlarına müdâhil hâle getirir. Müdâhale bir defa başladı mı artık devâmı gelir ve insanlar farkında bile olmadan sabahtan akşama din değişimine uğrarlar. Amelî olanların îman hâline getirilmesinden sonra insanlar Müslüman olduklarını iddia etseler bile yapılanların İslâm’ın bütünlüğünden onay alıp almaması ve kim adına yapılması dînî kimliğin ne olduğunu belirler. Burada tekrar ellerimizi vicdânımıza koyup şâhitlikte bulunmak zorundayız. Hayâtımızın genişlik ve uzunluk alanlarında İslâm tek belirleyici mi? Bu sorunun doğru karşılığı kimliğimizin tanımıdır. İşe buradan başlamak zorundayız. Bu sorunun doğru cevâbı verilip amelî hâle getirilmeden yapılan çalışmaların aldatıcı olduğunu ve İslâmî olmadığını gördük. Müslüman olarak “aynı yerden bir daha ısırılarak” basîretimizi köreltmemek için, uyumadan ve şekerleme yapmadan yola devâm etmeliyiz. Kurtuluşu yine burada aramalıyız…

Dipnotlar:

1 Maide Sûresi 44-47.Âyetlerin tefsirleriyle ilgili başta Taberî’nin Câmiu’l-Beyan olmak üzere klasik tefsirlere bakılacak olursa konunun örnekleri görülebilir.

2 Bizim buradaki eleştirimiz aslâ, Müçtehid imamlar tarafından kurulan mezheplere değildir. Mezheple dîni birbirine karıştıran ve dînin, hayâtı kuşatıcılığını yok sayan ve metodik düşünceye yabancı kalan câhil kimseleredir.

3 Kutup,Seyyid,Fi Zilal’i-l Kur’ân,Darü’ş- Şüruk, Beyrut, 1996,c.ıv.s.1949-1968

4 Bak: Tevbe 9/33; Fetih 48/28; Saff 61/9.

5 Takiye bir İslâmî hareket fıkhıdır. Kur’ân kavramıdır. İşkence dönemlerinde alınması gereken tavırlarla ilgili sünnetten örnekleri vardır. Müslümanlar, kavramlarının kasıtlı şekilde anlamının değiştirilmesine râzı olmamalıdırlar. Müslümanların, zâlimlerin ikrâhı ile karşılaştıklarında azîmet veya ruhsat kullanmalarının derecelerini muhtevîdir. İkrâhın derecesine göre vaziyet alınır. İsteyenler klasik kaynaklardan 3/28;16/106.âyetlerin tefsirlerine bakabilirler.

6 Tevbe 9/122

7 Nisâ 4/8

Paylaş: