Choose Your Color

KELİME-İ TEVHÎD’İN ANLAMINA EREREK ZİKİR YAPMAK; HAYÂTA ZİKİRLE ANLAM VERMEK

Akaid - Tefsir

KELİME-İ TEVHÎD’İN ANLAMINA EREREK ZİKİR YAPMAK; HAYÂTA ZİKİRLE ANLAM VERMEK

KELİME-İ TEVHÎD’İN ANLAMINA EREREK ZİKİR YAPMAK; HAYÂTA ZİKİRLE ANLAM VERMEK

  • 2021-01-03 22:45:46
  • Yediulya

Kelime-i Tevhîd’in Anlamına Ererek Zikir Yapmak; Hayâta Zikirle Anlam Vermek

Dr. Mehmet Sürmeli

Allah Teâlâ’nın yaratma ve emretmede tek ilâh oluşunu fonksiyonel biçimde Kur’ân-ı Kerîm âyetleriyle insanlara îlân eden Hz. Peygamber (sav), Müslümanların gaflet hâlinde kalarak şirkin çekim alanına girmemeleri için, Allah’tan başka ilâh olmadığını ifâde eden “Kelime-i Tevhîd”i mü’minlerin sık sık okumalarını emretmiş ve bu çerçevede şöyle buyurmuştur: “Kim, “Ortağı olmayan bir Allah’tan başka tanrı yoktur, mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur, O’nun her şeye gücü yeter. (Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.)” şeklindeki sözleri sabaha eriştiğinde on defa söylerse, bu yüzden kendisine yüz sevap yazılır, yüz günâhı silinir, bir köle hürriyete kavuşturmasına denk sevap alır. O andan akşama kadar da (şirkten) korunur. Bunları akşama çıktığında söyleyen kişiye de aynısı verilir.”1 Hz. Muhammed (sav) bu hadiste on defa kelime-i tevhîd okuyanın alacağı sevaptan ve mânevî hazdan bahsederken bir başka hadîsinde de: “Kim, Allah’tan (cc) başka ilâh yoktur. O, tektir, ortağı yoktur, mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.” sözlerini günde yüz defa söylerse...”2 buyurmak sûretiyle, önceki hadiste olduğu gibi sevap alacaklarını bizlere haber vermiştir. Kelime-i Tevhîd okumanın sevâbını anlatan başka hadisler de vardır. Bize göre sayıların çokça verilmesi tevhîdin anlamını kalplere ‘tekrar yöntemi’yle yerleştirmek ve sevap isteğine bağlı bu kelimeleri çokça tekrarlatmak içindir. Dilde başlayan bu söylem kalbe inecek olur ve hayâta tevhîdî bir anlam verilirse ortaya çok farklı bir insan çıkacaktır. Bu insan, hayâtın her alanına tevhîdle anlam veren gerçek Müslümandır. Duruşunu ve saftaki yerini Peygamberlerin îman mücâdelelerinden öğrenmiştir.

 Konuyu uzatmamak için kelime-i tevhîd okumanın sevâbını şimdilik buraya almamakla berâber hadislerden çıkan sonuca göre şu gerçeği vurgulamak gerekir: Hadîs-i Şerîf’in metnindeki “Her kim ki Allah’tan başka ilâh yoktur derse...” ifâdesinden, kelime-i tevhîd okumanın belirli bir gruba değil herkese şâmil olduğunu çıkarıyoruz. Hadislerden çıkarılan bir başka önemli sonuç da; “on defa okursa” veya “yüz defa söylerse” ifâdelerinin çokluk bildirmek için söylenebildiği gibi, gerçek sayı da olabileceğidir. Yukarıda açıkladığımız üzere esas amaç mânâyı gönüllere hâkim kılmaktır. Bu durumda her Müslüman, îmânını yenilemek ve Allah’la olan inancına bağlı iletişimini devâm ettirebilmek ve tevhîdi koruma noktasında uyanık kalabilmek için Hz. Peygamber’in (sav) belirlediği miktarda kelime-i tevhîd okumak zorundadır. Zorundadır, çünkü sünnetin bağlayıcı olması ve Hz. Peygamber’in bizler için bir değer ifâde etmesi bunu gerektirir. Hz. Peygamber de anlamı kavranarak okunan ve kavranan bu mânâya göre hayâtın anlam kazandığı şuurlu tevhîd okuma biçimine verilecek sevâbı şöyle dile getirmiştir: “Bir kul ihlâsla “lâ ilâhe illallâh” derse, büyük günahlardan kaçındığı sürece gökyüzü kapıları ardına dek ta arşa kadar açılır.”3 Duâları makbûl olduğu gibi rahmet kapıları da onun için açılmış olur. Kelime-i şehâdetteki birinci bölüm, kulun tevhîde tanıklığını ve kesin inancını toplumu şâhit tutarak ikrâr etmesidir. Bizim kanâatimize göre şehâdet, îmân ettiğimiz tevhîdin hakîkatini insanlara duyurmak, îlân etmek ve anlamını hayâta yansıtarak örnek bir ümmet olabilmeyi göstermek; toplumu böyle bir insana tanık yapmaktır. Zâten bu tanıklığın netîcesine göre insana Müslüman muâmelesi yapılır veya yapılmaz. Müslümanlığına tanıklık yapılmayan; şehâdetin sözlü veya amelî tecellîsi üzerinde gözükmeyen kimseler İslâm toplumunda bâzı haklardan mahrûm olurlar. Bu ifâdelerin fıkhî ayrıntıları kaynaklarımızda mevcuttur, dileyenler araştırabilirler.

 Kelime-i tevhîd, dünyevî ve uhrevî kurtuluşun anahtarıdır.4 Bu münâsebetle Peygamber Efendimiz; Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh deyin ve kurtuluşa erin.”5 buyurmuştur. Bu anahtarın sıhhatli çalışması için dişlilere ihtiyaç vardır. Bu dişliler sâlih amellerdir. Konuyu özetler mâhiyette Ömer b. Abdülaziz şu îzâhı yapmıştır: “Îman; farzlar, hükümler, hadler ve sünnetlere ittibâdan ibârettir. Kim ki bunları tamamlarsa îmânını kemâle erdirmiş olur.”6 Bu ifâdeler amelin önemini vurgulamakla berâber, amelin îmânın bir parçası olduğuna işâret etmemektedir. Dolayısıyla nassların zâhirinden hareketle yanlış çıkarımlar yapılmamalıdır. Bu konular klasik ulemâ tarafından geçmişte hükme bağlandığı için yeniden gereksiz tartışmalara da girilmemelidir.

 İnsanın dünyevî ve uhrevî kurtuluşuna vesîle olan kelime-i tevhîdin sahîh olması için yerine getirilmesi gereken bâzı şartlar vardır. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:

1-Kelime-i tevhîdden kast olunan anlamı; bu kelimenin nefyettiklerini ve isbât ettiklerini zerre kadar cehâlete yer vermeyecek şekilde bilmektir. Tevhîde îman eden kâmil bir Müslüman; bütün uydurma ilâhları, gerçek ve hükmî şahıs mâhiyetindeki tâğutları, Allah Teâlâ’ya eş koşulan soyut ve somut değerleri, rabblik iddiasındaki varlıkları reddeder. Allah’tan başka hiçbir ilâhı kabûl etmez. Müslüman, tevhîdi söylerken “لَا”(lâ) dediği andan îtibâren Allah’tan başka ulûhiyyet iddiasındaki varlıkları inkâr ederek kalbini temizler. Bu anlamda îman; küfrü ve kurumsal yapısını, kâfirlerin değerlerini, dünyâ görüşlerini, hayat tarzlarını inkârla başlar. Zihin tezkiyesi gerçekleşmeden tevhîd gerçekleşmez. “Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh deyin ve kurtuluşa erin.”7 Nebevî buyruğunun anlamı da tevhîdin küfrü inkârla başladığına işâret etmektedir.

 Tevhîdin isbat kısmı ise, sâdece Allah Teâlâ’yı gâye edinmeyi ve O’na yönelmeyi, sevgide zirveye çıkmayı, korku ve ümit arasında olmayı, itâatte verâyı, uygulamada ihsânı, îman ve amelde takvâyı gerektirir. Tevhîdin bilgi temelli olmasına ve taklitten ‘ârî kalmasına şu âyet delâlet etmektedir: “Binâenaleyh (fırsat eldeyken) şu: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” hakîkatini bil, hem kendinin, hem erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin günâhının bağışlanmasını iste. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, barındığınız yeri de.”8 Âyetin tefsîri ile alâkalı Carullah ez-Zemahşerî şu yorumu yapmıştır: “Âyette mü’minlerin ve kâfirlerin durumları anlatıldığına göre, sen de onların hallerini bildiğin için Allâh’ın tek ve eşsiz olduğunu ikrâr üzerinde durumunu devâm ettir. Allâh’a itâat ve nefsini terbiye etme hâlini de kendi zellelerine ve getirdiğin din üzere olanların günahlarına Allah’tan bağış dileyerek sürdür. Öyle ki Allah, sizin tüm hallerinizi, hareketlerinizi, maîşetiniz için dolaşmalarınızı, evlerinizdeki karar kıldığınız yerleri, hayâtınızdaki dönüp dolaşmalarınızı, kabirlerinizdeki konumunuzu, işleriniz konusundaki gidip gelmelerinizi, cennet ve cehennemdeki hâlinizi bilir.” Ayrıca Zemahşerî; “Allâh’ın kullarının ilimden sonra amelle emir olunduklarına” bu âyetle delîl getirmiştir.9 Bu âyet, verdiği murâkabe bilinci ile insanlara ilâhî denetim altında yaşadıklarının şuurunu verdiği gibi, Allah Teâlâ’nın da kullarının tekil, tikel ve tümel; amelî hâlde olan veya düşünce aşamasında olup pratiğe yansımayan tüm eylemlerine muttalî olduğunu haber vermektedir.

2-İçerisinde hiçbir şek ve şüphenin olmadığı kesin bir bilgi ile Tevhîde ve içeriğine/tevhîdin rükünlerine îmân etmektir. Mârifetteki derinlik ve kazanılan yakîn hâli îmandaki şüpheyi yok eder. Bu anlamda mârifeti en üst seviyede olanlar Peygamberlerdir. Mârifet derinliği sebebiyle Peygamberlerin örnek alınması gerekir. Nitekim biz de îmân alanı başta olmak üzere Peygamber Efendimiz’i örnek alırız. Yüce Allah, şu âyette îmânın keyfiyeti ile bilgi arasındaki irtibâtı bizlere bildirmiştir: “Allah’tan en çok âlim olan kulları haşyet duyar.”10 Duyulan haşyet ihlâs ve mârifet temelli olunca îmanda şek ve şüphe de olmaz. Îmanda şüpheye yer vermemek için inançta ihtimâl bildiren hiçbir cümle kurulmaz. Âyette buyurulduğu üzere ideal îman da budur: “Gerçek mü’minler, Allâh’a ve Rasûlüne îmân eden; bu îmanlarında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenlerdir. İşte îmanlarında sâdık olanlar onlardır.”11 İçerisinde şüphe olmayan îmânın göstergesi, îman sâhibinin îmânın bedeli olan cihâddan korkmaması ve hayâtının her ânını mücâhede ile geçirmesidir.

Yüce Allah, Mekkî âyetlerde on üç yıl kendisini esmâ, sıfat ve ef’âliyle tanıtmıştır. Bu tanımadan nasîbini alıp mârifet nûru ile kalplerini aydınlatabilenler Müslüman olmuşlardır. Allah Teâlâ’yı gereği gibi bilemeyenler ve zihinsel tezkiyeye kendilerini kapatanlar ise müşrik, kâfir, Yahudi, Hristiyan, münâfık vb. küfür gruplarından birini tercîh etmişlerdir. Modern zamanlarda ideolojilerin doğuşuyla berâber tercîh edilen dünyâ görüşleri ise, dîne alternatif olduklarından veya îmân alanını senteze tâbî tuttuklarından dolayı birçok Müslümanın İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olmuştur.

3-İçerisinde şirkin barınmasının imkânsız olduğu ihlâs/samîmiyet. İhlâs, amellerin makbûl olmasının şartlarından biridir. Îmânın derinlik boyutudur. Bu anlamda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ”“Oysa kendilerine yalnızcaAllâh’a ibâdet etmeleri, bütün içtenlikleriyle/ihlâsla yalnız O'na îmân ederek bâtıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve zekâtlarını hakkıyla vermeleri emir olunmuştu. Çünkü bu, doğruluğu kesin ve açık olan bir dînin sistemidir.”12İhlâsı kaldıran iki etken vardır. Bunlardan biri ikrâh/baskı ve zorlama, diğeri de riyâdır. Allah Teâlâ, nifâka ve şirke medâr olmalarısebebiyle her ikisini de haram kılmıştır. Bu bağlamda tevhîdin tasdîki husûsunda kimseye baskı yapılmaz. Zîrâ îmanda baskı münâfık üretebilir. Ayrıca bilinmeli ki ameller Müslüman olanın hem ikrârını hem de îmânını kuvvetlendiren, ahlâkî değişimini olumlu yönde etkileyen vesîlelerdir. Amellerin bu yönünün Müslümanların hayatlarında tezâhür edebilmesi için ibâdetlerin ve davranışların sâdece Allah rızâsını kazanmak amacını gütmesi şarttır. Zîrâ riyâda amelleri Allah’tan başkasına arz ederek bu arz makâmını ilâhlaştırma vardır ki bu durum amellerin sevâbını iptâl eder. Kur’ân-ı Kerîm, böyle çarpık bir davranışı ancak îmânın kalplerinde yer etmediği münâfıkların yapabileceğini sıkça vurgulamıştır.

 4-Yalana hiç yer vermeyen tasdîk. Müslüman, kelime-i tevhîdi sıdk ile söylemelidir. İçerisinde zerre kadar yalana yer vermemelidir. Bu anlamda sıdk; kalp ile dilin uyumlu olması, tasdîk edilen tevhîdin dille de ikrâr edilmesidir. Kalpleri ile îmân etmedikleri hâlde dilleriyle îmân etmiş gibi gözüken yalancı münâfıkların durumlarını şu âyet net bir şekilde ortaya koymaktadır: “إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ” “Münâfıklar sana geldiklerinde, "Biz şehâdet ederiz ki sen kesinlikle Allâh’ın Rasûlüsün" derler. Allah da biliyor ki gerçekten de sen O'nun Rasûlüsün ve Allah şehâdet eder ki münâfıklar kesinlikle yalancıdırlar.”13Münâfıkların îmanları yalan üzerine binâ edilmiştir. Onları nifâka sevk eden birçok sebep olsa da esas neden, îmânın bedeli olan cihâdın farz kılınmasıdır. Bu ibâdet farz olana kadar münâfıklar türememiştir. Ne zaman ki cihâdın mukâtele türü emredildi o zaman münâfıklar târih sahnesine çıkmıştır. Târih sahnesine çıkan bu bâtıl inanç grubu Peygamber Efendimiz’e karşı yalan söylemişler; inanmış gibi gözüküp hiçbir zaman îmân etmemişlerdir. Canlarını ve menfaatlerini Allâh’ın emirlerine tercîh edip her zaman konjonktürü gözetmişler, çıkarlarıyla çatıştığında hiçbir kutsalı kabûl etmemişlerdir. Bu sıfatların hiç biri gerçek bir Müslümanda olamaz.

 5-Hiçbir buğuz ve kînin olmadığı muhabbet. Tevhîdi îmân ederek söyleyen bir Müslüman, Allah Teâlâ’ya, Peygamberine ve Kitâbına karşı duymuş olduğu muhabbet/sevgi sâyesinde Allâh’ın emirlerini hakkıyla yerine getirir ve O’nun koymuş olduğu ilâhî sınırlara riâyet eder. Bu anlamda ilâhî sevginin bir bedeli vardır ki o da hayâtın vahye göre anlamlandırılmasıdır. Şâyet insanlar Allah’tan başka varlıklara aşırı muhabbet duyar ve ilâhî emirlere riâyet etmezlerse ilâhî sevgiyi öldürürler. Böyle bir duruma düşmemek için Hz. Peygamber (sav), Allah Teâlâ’ya duyulan muhabbetin ve îmandaki kararlılığın îmânın kemâliyle ilgili olduğuna şu hadîsiyle dikkat çekmiştir: “Üç şey kimde bulunursa o îmânın tadını almış olur: Allah ve Rasûlünün sevgisinin bütün sevgilerden daha ziyâde olması, sevdiğini sâdece Allâh için sevmesi ve Allah, kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre dönmekten ateşe atılırcasına korkması.”14 veya “Yahudi ve Hristiyanlığa dönmekten cehenneme atılırcasına tiksinmesidir.”15 Bu hadiste gözetilmesi gereken bir incelik vardır. Hadîsin metninde: “Allah ve Rasûlünün sevgisinin bütün sevgilerden önde olmasından” bahsedilmiştir. Aslında sevgi iç içe dâireler şeklindedir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’tan başka varlıkları O’na denk tutarlar. (Onların buyruklarını âyet gibi veya âyetten bile üstün sayarlar. Emir alanını sâdece Allâh’a hasretmeyip kişi ve kurumlara özgü kılarlar.) Bu varlıkları, Allâh’ı sever gibi severler. Hâlbuki mü’minlerin Allâh’a olan sevgileri (onların sevgileriyle kıyaslanmayacak kadar) fazladır.”16 âyeti, Allah Teâlâ’nın sevgisinin sınırsızlığına ve mutlaklığına delâlet eder. Allah sevgisinin dışındaki sevgiler sınırlıdır. İnsan, insâniyet makâmı içerisinde sevilir. Elbette takvâ sâhibi olan ve dînimize hizmet eden kişilerin sevgileri bir Müslümanın gönlünde farklıdır. Fakat bu sevgi kime olursa olsun risâlet sevgisine çıkarılmaz. Hiçbir sahabe ve velî Hz. Peygamber kadar sevilemez. Fakat hiçbir peygamber de Allah Teâlâ gibi sevilemez. Zîrâ Allah sevgisi mutlak ve sınırsızdır. İnsânî sevgileri ilâhî sevginin seviyesine çıkarmak îtikâdî bir sapkınlıktır. Bu sapkınlıktan kurtulmanın yolu ise ilim ve istikâmettir. Akâid bilgisinde derinleşmektir. Akîde konusunda ilimlerini ikmâl edenler böyle bir yanlışa düşmezler.

 6-Bu kelimenin ihtivâ ettiği hükümleri kalp ile tasdîk edip dille ikrâr ettikten sonra hiçbir şekilde reddetmemektir. Tevhîdin özünde; Allah Teâlâ’nın ulûhiyet ve rubûbiyette tek ve eşsiz kabûl edilmesi; Rasûlü’nün elçiliğine îmân edilmesi vardır. Yüce Allah emirlerini ve yasaklarını Kur’ân-ı Kerîm vâsıtasıyla bizlere bildirmiştir. Îmâna sınırlama getirmeden bütün âyetlerin lafzen ve hükmen kabûl edilmesi îmânın gereğidir. Kadîm dönem ulemâsının deyimiyle: “Zarûrât-ı dîniyyeden birini inkâr eden dînin tamâmını inkâr etmiş sayılır.” Böyle bir tehlikeye düşmemek için çeşitli yollarla Allah Teâlâ ile olan iletişimin canlı tutulması şarttır. Yine bu kelimede Hz. Peygamber (sav)’in risâletine inanma vardır. Bu risâlet; tebliğ, tebyîn, temsîl ve teşrî’17 olmak üzere dört yönlüdür. Müslüman bir insanın peygamberlik inancında bu dört yönün de kâmil olması esastır. Bu yönlerden biri bile eksik olursa o kimsenin peygamber inancı nâkıstır. Îmân ise eksiklik kabûl etmeyen bir bütündür. İnancında zerre kadar nâkısa olan bir kişi kesinlikle Müslüman değildir. Müslümanların siyâsal hâkimiyetleri sona erip batılılar önderliğinde modernleşme dönemlerinin başlamasıyla berâber Allâh’ın emir alanı tamâmen inkâr edilmiştir. Ayrıca hayâtın anlamlandırılmasında vahye hiç yer verilmeyerek din îtibarsız hâle getirilmiştir. Modernleşmeyle berâber müslümanları da etkileyen bu fikirler Müslümanlar arasında farkında olarak veya olmayarak dinden kopuşları ve toplu irtidatları berâberinde getirmiştir.

 7-Allah Teâlâ’nın şerîatına tam ve mutlak itâat; dînin emirlerine inkıyâd. Din birtakım temennî ve arzulardan ibâret değildir. Müslümanlardan istenen, îmân ettiğimiz Allah Teâlâ’nın emirlerine imtisâl edip yasaklarından kaçınmak; rûhumuzu Rabbimizin emrettiği, Peygamber Efendimizin uygulayarak örnek olduğu sâlih amellerle beslemektir. Sâlih ameller hem îmânın nûrunu artırır hem de îmânın kesinlik kazanmasını sağlar. Amellerle takviye edilmeyen bir îman hiç umulmadık bir durumda yok olabilir. Kullarının îmanlarının dâimî olmasını isteyen Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de yüzlerce âyette sâlih amelleri çokça yapmaya bizleri teşvîk etmiştir. Farz kıldığı ibâdetlerle her an îmânımızı takviye ve tecdîd etmemizi istemiştir. Hayâtın tüm boyutlarında tek önder olan Peygamberimiz de sâlih amelleri yapma husûsunda örnek olmuştur. Peygamber dâhil kimseden dînî teklifler ve amellerin icrâsı kaldırılmamıştır. Hz. Peygamber (sav) bile ayakları şişene kadar namaz kılmış, infakta bulunmuş, dînin güzel gördüklerini emretmiş, kötü gördüklerini yasaklamış, kâfir velâyetinden/siyâsal hâkimiyetinden kurtulmak için devlet kurmuş, din, can, mal, akıl ve nesil emniyetlerini tesis etmeye çalışmış ve hayâtının her ânını cihâdla geçirmiştir. En yakınlarından başlamak sûretiyle; îmansız ve sâlih amelsiz bir âidiyet duygusunun aldatıcı olduğunu haykırmıştır. Sâlih ameller îmânın gerekleridirler. Amel ve inkıyâd olmadan kâmil Müslüman olunamaz. Bu bağlamda şu tesbit çok önemlidir; risâlet göreviyle berâber namaz emredilmiştir. Müslümanlar namaz vâsıtasıyla Rabbimizle sürekli irtibat kurmuşlardır. Bu irtibat onların îmanlarını takviye etmiş ve Müslümanlara çok güçlü bir direnç ahlâkı kazandırmıştır. Yüce Allah, îmanda denenmenin ve amelin önemiyle alâkalı şu âyetiyle bizleri uyarmıştır: “أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ” “(Ama), sizden önce gelip geçen (mü’min)ler gibi sıkıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve katlanılmaz darlıklar geldi ve öylesine sarsıldılar ki, mü’minlerle birlikte Elçi de: "Allâh’ın yardımı ne zaman gelecek?" diye feryâd ediyordu. Gözünüzü açın, Allâh’ın yardımı (dâimâ) yakındır!”18

Hz. Peygamber’in dilinden fazîletini öğrendiğimiz ve mü’min olabilmek için içeriğine mutlakâ îmân edilmesi gereken kelime-i tevhîdi, anlamını kavrayarak okuyan kişinin hayâtında bâzı değişiklikler olur. Bu değişiklikler sıradan olmayıp birer devrimdir. Kelime-i tevhîdin nefiy kısmıyla tüm küfür sistemleri ve onların ideolojik versiyonları reddedilir, isbat kısmıyla da sâdece İslâm ile hayâta anlam verilir. Şâyet bu değişiklikler olmuyorsa kişinin îmân edip ikrâr ettiği kelime-i şehâdeti ve tevhîdi bir daha hakkıyla anlaması şarttır. Kelime-i tevhîdin doğru anlaşılmasına bağlı insan hayâtında olması gereken bu değişiklikler şunlardır:

 1-Kelime-i tevhîdi içten söyleyen kişi kısır görüşlü olmaz. İslâm’a göre bilginin kaynağı; selîm akıl, vahiy (Kur’ân ve sünnet), selîm duyu organlarıdır. Müslümanlar deneyden ve tecrübeden, bilimin verilerinden de yararlanırlar. Bu anlamda Müslümanların bilgi kaynakları zengindir. Batılı insanın bilgi kaynağı ise tektir. Ampirik düşünür, pozitivist olur veya sansüalist. Hayâtı tek bir zâviyeden anlamlandırdıkları için bağnazlıkla mâlûldürler. Ufukları dardır. Tek zâviyeden olaylara baktıklarından ruhlarında dayatmacılık ve baskı vardır. Batılı insanın aksine Müslümanlar farklı bilgi kaynaklarından faydalanırlar. Netîcede daha ufuklu ve geniş görüşlü olurlar. Onlara bu bakış derinliğini ve genişliğini kazandıran İslâm’dır. Aklın ve haber-i Rasûl’ün bilgi kaynağı olması, Müslümanlar arasında vahyin kontrolünde yeni olaylara çözüm üretmenin dâimîliğine işâret eder. Bu zenginlik, çözüm odaklı bir din anlayışını insanlara sunar. Aklın hem bilgi kaynağı hem de faâl olması, farklı ictihadlara saygıyı da berâberinde getirir ki böylece Müslümanlar ictihadları dinleştirmez.

 2-Bu kelimenin verdiği güçle Müslüman, mükemmel bir şahsiyet edinir. Tevhîdin hakîkatine eren bir Müslüman güç ve kudretin mutlak anlamda Allâh’a âit olduğunu bilir. Bu anlayış ve kavrayış sâyesinde hiçbir beşerî güç ve otoriteden korkmaz. Güce ve makâma tapınmaz. Beşere ve beşerî sistemlere mutlak itâat gösteremez. Böyle bir itâatin şirk olduğunu bilir. Üstünlüğün îman ve takvâda olmasından dolayı Müslüman kendine güvenlidir. Köle olan Bilâl’i Kureyş’in zorbalarına karşı kıyamda tutan, kelime-i tevhîdin ona verdiği güven ve güçtür. Allâh’ın ulûhiyyet ve rubûbiyyetini kesin kabûl eden bir Müslüman, edindiği şahsiyet sâyesinde her türlü sapık anlayışla ve ilâhî irâdeye karşı çıkan zâlimlerle hesaplaşmayı göze alır. Zâlimlerle cihâdı göze alamayan Müslümanlarda, tevhîdî anlayışın kalplere yerleşmemesinden dolayı şahsiyet zaafı vardır. Bu anlamda Peygamber Efendimiz sahabesine, din eğitimi ile şahsiyet eğitimini eş zamanlı vermiştir.

 3-Zillete varmayan bir tevâzu kazanır. Zillet Müslümana yakışmadığı gibi kibir de yakışmaz. Tevâzu, insanın varlık amacını ve yeryüzündeki konumunu bilerek hareket etmesidir. Alçak gönüllü olmaktır. Allah Teâlâ’nın mutlak hâkimiyetini ve gücünü bilen birisi evvela haddini bilir ve mahlûkâta da bu mârifet çerçevesinde davranır ki bunun adı tevâzudur. Özellikle Müslümanlara karşı tevâzulu olan mü’min, diğer din ve ideoloji mensuplarına karşı onurludur. Bu anlamda şu âyet çok önemlidir: “Muhammed Allâh’ın Elçisi'dir ve onun safında olanlar, kâfirlere karşı kararlı ve ödünsüz, birbirlerine karşı ise çok merhametlidirler. Onları hep rükû ve secde hâlinde Allâh’ın kerem ve rızâsını ararken görürsün; onların (îman) nişanları yüzlerindeki secde izleridir. Bu onların Tevrat'taki temsîlidir. Bir de onların İncil'deki temsîli var: Onlar filiz vermiş tohum gibidir; derken (Allah) o filizi güçlendirir ve kalınlaştırır ki kökü üzerinde dimdik dursun da üreticiyi sevindirsin. Böylece O, hakkı inkâr edenleri de kinlerine mahkûm etmiş olur. (Ne ki) Allah onlardan îmân eden ve ıslâh edici eylemler ortaya koyanlara sınırsız bir bağış ve büyük bir ödül vaad etmiştir.”19

 4-İnsan bu kelime sâyesinde kurtuluşunun sâlih amellerle olduğunu bilir. Zîrâ tevhîdin hakîkatine îmân eden bir insan, Yüce Allâh ile iletişim kurmanın yollarından birinin de sâlih ameller olduğunu anlar ve bu çerçevede sâlih amellerini ziyâdeleştirir. Bu arada şunu da aklından çıkarmaz: Tevhîde îmân etmeden hiçbir sâlih amelin bir anlamı yoktur. Sâlih amelleri geçerli kılan, kâmil îmandır. Amelleri sâlih olmayan kişilerin yaptıklarının hiçbir değeri olmadığı gibi, bunlar âhirette kendilerine fayda da sağlamayacaktır.20 Îmânın sahîh kalması ve korunmasında sâlih amellerin önemi Kur’ân ve sünnet vâsıtasıyla defalarca vurgulanmıştır. “Îmân ediniz ve sâlih ameller işleyiniz” emir tekrârının sık yapılması, îmânın amellerle kuvvet kazanacağına vurgudur. Zîrâ sâlih amellerle beslenmeyen bir îmân herhangi olumsuz bir durumla karşılaşınca yok olabilir.

 5-Tevhîd kelimesini okuyan kişi ümitsizliğe kapılmaz. Çünkü Müslüman bir kişinin îmân ettiği Allah (c.c.), ona şah damarından bile yakındır.21 Güç ve kudreti elinde tutan Allah Teâlâ, dilediğinde kulunu azîz edebilir. Yardım etmez de ağır bir imtihandan geçirirse kulunun mükâfâtını âhirette ziyâdesiyle verecektir. Müslümanların inancına göre ümitsizliğe düşmek sapıklara has bir davranıştır. Ümîdin sembolü olan Peygamber Efendimiz (sav) en zor şartlarda bile ümit kesmemeyi tavsiye etmiş; kuşatma altında iken bile ülkelerin fethini müjdelemiştir. Kelime-i tevhîde hakkıyla îmân eden Müslüman, İslâmî hareketteki mutlak faktörün Allah (c.c.) olduğunu bilir. Bu anlamda hayâtın en olumsuz seyrinde bile ilâhî bir tecellînin umûduyla yaşar ve karamsarlığa düşmez.

 6-Bu kelime sâyesinde Müslüman kuvvet ve azamet kazanır. Îmânının gücü oranında Müslüman keyfiyet elde eder. Herkes mârifeti oranında güçlüdür. “Biz savaşlarda korkunca Hz. Peygamber’in arkasına sığınırdık” diyen Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in cesâret ve şecâatine de işâret etmiştir. Kelime-i tevhîdle Müslümanlar güç kazanmasalardı, Mute’de üç bin kişi 150000 kişilik Bizans ordusunun karşısına çıkmazlardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında kendilerinden sayıca çok olan düşmanlara karşı durmazlardı. Müslümanlardaki mârifetullah bilinci, Peygamber’e ittibâ, amellerindeki devamlılık ve ihlâs, rızık ve ecel konularında Rabbânî bir eğitimden geçmeleri onların keyfiyetlerini artıran ana etkenlerdir.

 7-Kelime-i tevhîd’in anlamını kavrayan kişi, Allâh’ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı kalır.22 Zîrâ bu kelimenin bir bedeli vardır. Bu bedel, hayâtı Allâh’ın âyetleri ve elçisinin davranışlarıyla anlamlandırmaktır. İbâdetleri hakkıyla yapıp Allah Teâlâ ile iletişimi canlı tutmak, tevhîdin bilincine ermenin sonucudur. Tevhîdin şuuruna eren bir Müslüman dünyâyı denetler ve haksızlıklara karşı tavır alır. Dünyânın gidişâtından kendinin sorumlu olduğunu bilir. Çünkü tevhîdi düşünen bir Müslümanın aslî görevlerinden biri de Allah yolunda hakkıyla mücâdele etmek ve yeryüzünde vahyi hâkim kılmaktır.

 8-Bu kelimeye îmanla berâber kişi, İslâm cemâatinin doğal üyesi olur. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir”23 ilâhî buyruğunun hükmü îmanla berâber tahakkuk eder. İnkârla berâber de doğal kardeşlik sona erer. Habeşistan’dan gelen Bilâl’i, İran’dan gelen Selmân’ı ve Anadolu’dan Suheyb’i Mekkeli ve Medîneli Müslümanlara kardeş yapan bağ, kelime-i tevhîdin içeriğine îmandır. Peygamber Efendimiz (sav) Medîne Sözleşmesi’ni yaparken “Müslümanların diğer din mensuplarından ayrı bir millet” olduklarına vurgu yapmıştır. Müslüman bir şahıs, kelime-i tevhîdin rükünlerinden birini veya ihtivâ ettiği hükümleri inkâr edecek olursa îmandan çıkar ve Müslümanlarla olan doğal kardeşliği de sona erer.

 9-Bu kelimeye îmân edenlerin ayrı bir pakt oluşturduğunun farkını her an hisseder. Zîrâ dünyâda iki millet vardır. Müslümanlar ve kâfirler. Îmân eden bir kimse küfür ehliyle bütün îtikâdî bağlarını koparır. Bu îtikâdî ayrılığa bağlı olarak Müslümanlarla kâfirler arasında herhangi bir velâyet bağı yoktur. Müslümanlar ile kâfirler arasındaki velâyet ayrılığı bir Müslümanın özellikle siyâsal ilişkilerine yansır. Zîrâ siyâsetin özünde velî belirleme vardır. Buna göre Müslüman bir birey, siyâsal tercîhini kâfir, müşrik, münâfık, zâlim, fâsık ve fâcirlerden yana kullanamaz.

 Îmân eden bir kimse Müslümanların doğal kardeşi olur ve kan bağı ile bağlı olduğu kimselerden inanç açısından ayrılır. Bu konudaki düsturları şu âyettir: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ آبَاءكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاء إَنِ اسْتَحَبُّواْ الْكُفْرَ عَلَى الإِيمَانِ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ” “Ey îmân edenler! Eğer küfrü îmâna tercîh ediyorlarsa babalarınızı da, kardeşlerinizi de velî/işlerinize müdâhale edecek vekiller edinmeyin. İçinizden kim böyle baba ve kardeşleri velî/işlerine vekil edinirse, bilsin ki böyleleri, büyük bir yanlışı yapmakla kendilerine yazık edenlerin/zâlimlerin ta kendileridir.”24

 10-Kelime-i tevhîde îmân eden bir Müslüman hiçbir zaman kâfir velâyetinde yaşamayı ve hayâtı onların buyruklarına göre anlamlandırmayı kabûl edemez. Çünkü Müslüman olmak, Allâh’ın velâyetinin yeryüzündeki tecellîsini murâkabe etmektir. Müslüman bir şahsiyet bu murâkabenin netîcesinde şâyet küfrün siyâsal hâkimiyetini görür ise velâyetin el değiştirdiğine kânî olur ve yeniden Hakkın hâkimiyeti için mücâdele eder. Siyâsal velâyeti zâlimlere ve kâfirlere teslîm etmemek bütün Peygamberlerin temel görevlerindendir. Kâfir kavramının içerisine bütün inkâr grupları dâhildir. Çünkü kâfirlerin tamâmı tek millettir. Hakkın hâkimiyeti için gayret gösterip zulmün egemenliğine son vermek bütün Peygamberlerin yaşayan sünnetlerini ihyâ etmektir. Kanâatimize göre bugün en önemli sünnet budur; hakkı hâkim kılmaktır. İdeolojik hegemonyaya ve kişilerin tanrılaştırılmasına son vermek bütün Peygamberlerin ortak sünnetidir.

 11-Kelime-i tevhîde îmân eden bir kimse îmânın bir bütün olduğuna îmân eder, îmân edilecek hususlardan hiç birini dışta bırakamaz. Îmânın bütünlüğü husûsunda bu bilinci sürekli hâle getiremeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda bir kopma veya îmânı parçalama gafletinde bulunabilirler. Îmanla küfrü tek gönülde bulundurma sapıklığını yaşayabilirler. Hâlbuki Rasûlullah (sav), bunun imkânsızlığını şu hadîsiyle açıklığa kavuşturmuştur: “Îman ve küfür (aynı anda) bir kimsenin gönlünde bir araya gelemezler.”25 Kur’ân-ı Kerîm, bu duruma “Îmanla şirki birbirine karıştırma” adını vermektedir.26 Şirkle îmânı aynı kalbe koymak gibi bir sapkınlığı yaşamayanlar Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle övülmüştür: “الَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يَلْبِسُواْ إِيمَانَهُم بِظُلْمٍ أُوْلَئِكَ لَهُمُ الأَمْنُ وَهُم مُّهْتَدُونَ” “Onlar îmân ettiler ve îmanlarına hiçbir şekilde şirk bulaştırmadılar. (Dünyâ ve âhirette) güven içerisinde olanlar ve (mutlak) doğruyu bulanlar bunlardır.”27 Bu âyetteki “zulüm” kavramını “şirk” olarak tefsîr eden Hz. Peygamber’dir.28 Bu tefsîre göre mü’minler için, şirkten uzak bir îman idealize edilmiş ve övülmüştür. Zîrâ böyle bir îmânın sâhibi, hayâtın her alanında ve önemli olayların çözümünde Allah Teâlâ’dan başkasına mürâcaat etmez.29 Îmâna şirk/zulüm bulaştırmamak; hayâtı anlamlandırırken beşerî düşünceleri dinleştirmemek, ideolojik bakıştan kaçınmak, İslâm’a karşı başka bir dünyâ görüşünü tercîh etmemek, hayâtı anlamlandırırken dînin genişlik boyutunu gözden kaçırmamak demektir. Kısacası; Allâh’ın emir alanına sınırlama getirmemektir. Saymış olduğumuz bu yanlışlara düşenler îmanlarına şirk karıştırmış olurlar ki karşılığı küfürdür.

Dipnotlar:

1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul, 1981, c. V, s. 420.

2 Buhârî, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahîh, İstanbul, 1981, c. VI, s. 337-339.

3 Tirmizî, Kitabu’d-Deavât, c. V, s. 575.

4 El-Hanî, Abdülmecid b. Muhammed, el-kevakib’ü-d Dürriyye, s.320.

Ahmed, Müsned, c. IV, s. 340.

6 Buhârî, II, Îman,2, Had. No:1, c. I, s. 15

7Ahmed, Müsned, c. IV, s. 340.

8 Muhammed 47/ 19

9 Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, Keşşaf, Beyrut 1995, c. IV, s. 316.

10 Fâtır 35/28.

11 Hucurât 49/15.

12 Beyyine 98/ 5

13 Münâfikûn 63/1

14 Ahmed, Müsned, c. III, s.103.

15 Müslim, 1, Îman, 15, h.no: 68, c.I, s.66-67.

16 Bakara 2/165.

17 Hz. Peygamber’in teşrî’ vasfı Allah Teâlâ’ya rağmen değildir. Allâh’ın bilgisi ve gözetimi altındadır. Şâyet bir yanılgı olacak olursa Yüce Allah müdâhale eder ve şerîatın mâsûmiyetine gölge düşürmez. Konuyu bağlamından kopararak meseleyi başka alanlara götürmek hatâ olur. Peygamber ilâhî denetim altında olayları çözerek hayatta boşluk bırakmamıştır. Esas hatâlı olan, Peygamber’e bu özelliği lâyık görmeyenlerin kendilerini, beşerî ideoloji ve kişileri bu duruma lâyık görmeleridir. (M.S.)

18 Bakara 2/214

19 Fetih 48/29

20 Bak: İbrâhîm 14/18

21 Bak: Kaf 50/16

22 Kahtânî, Muhammed b. Sah’d, el-Velâ ve’l-Bera, Riyâd 1406, s. 65-68.

23 Bak: Hucurât 49/10

24 Tevbe 9/23

25 İbni Hanbel, Müsned, (tah: Muhammed Şakir, h. no: 8576), c. XVI, s. 244.

26 Bak: Yûsuf 12/106.

27 En’âm 6/82.

28 İbni Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azim, c. II, s. 145.

29 Sülemî, Hakaiku’t-Tefsîr, c. I, s. 206.

Paylaş: